1. A Nightmare To Remember (16:10)
2. A Rite Of Passage (8:35)
3. Wither (5:25)
4. The Shattered Fortress (12:49)
5. The Best Of Times (13:07)
6. The Count Of Tuscany (19:16)
2. A Rite Of Passage (8:35)
3. Wither (5:25)
4. The Shattered Fortress (12:49)
5. The Best Of Times (13:07)
6. The Count Of Tuscany (19:16)
James Labrie - Vokaller
John Myung - Bass gitarlar
John Petrucci - Gitarlar ve geri vokaller
Mike Portnoy - Davullar ve geri vokaller
Jordan Rudess - Klavye, piyano, continuum ve mini-board
John Petrucci ve Mike Portnoy – Prodüksiyon
Paul Northfield – Mühendis, mix ve vokal için yardımcı prodüktörlük
Chad Lupo – Yardımcı mühendis
Hugh Syme – Sanat yönetmeni, albüm kapağı dizaynı ve görseller
Daragh McDonagh – Fotoğraflar
ROADRUNNER RECORDS - 29 HAZİRAN 2009
Son 10 yılın bazılarına göre en çalışkan, bazılarına göre de en boş ve kafa yorucu bi şekilde çalışan grubu olan, bu yüzden de gözümde yaptıkları müzik türü içinde aldıkları eleştiriler ve bu tarzda müzik yapan diğer gruplara oranla çok ama çok yüksek olan popüleriteleri nedeniyle "progressive metalin MetallicA'sı" tanımlamasını almış olan Dream Theater'ın yeni albümü Black Clouds & Silver Linings(BC&SL). '99 çıkışlı efsanevî konsept albüm Metropolis Part-2: Scenes From A Memory(SFAM) albümünden sonra geçen bu yıl içinde çıkardıkları 5. stüdyo albümleri... ki bu 10 yılda yayınladıkları 3 konser albümü de cabası.
Albüm hâli
Albüm klavyeci Jordan "Wizard" Rudess'in gotik ve karamsar bir klavye girişiyle başlıyor albümün adını tam anlamıyla yansıtır bir şekilde. Şarkımız A Nightmare To Remember. Daha sonra grupça sert bir giriş ve Mike Portnoy'un albüm çıkmadan önce forumunda verdiği ipucundaki gibi The Glass Prison varî bir riffle şarkı ilerliyor. Gitarist John Petrucci imzalı sözlerde bir trafik kazası öncesi, kaza anı ve kazadan sonra yaşanan koma hâli işleniyor. İlk 3,5 dakikada kaza öncesi ve kazaya yaklaşıyoruz ve bu kısım son derece agresif ve akıcı bir şekilde ilerliyor, yerinizde durmak oldukça zor eğer thrash metale yakınlığınız da varsa. Bu bölüm 4:28'de girişteki klavye temasına uygun bir vokal melodisine bağlanıyor. Ve sonra müthiş bir yavaş bölüm başlıyor: Tam bir Dream Theater şaheseri. Kazadan sonra yaşanan komanın incelendiği bu bölümde, yavaş yavaş yedirilen çok güzel arpejler ve vokal melodileri bizleri mest ediyor. Hemen sonrasında da Petrucci - Rudess solo atışmaları ve union bölümler yer alıyor. Uzun bir süre boyunca, şarkıda tanıtılan rifflerin çeşitli varyasyonlarıyla enstrümantal bir şekilde devam ediyor, Portnoy DT hayatı boyunca ilk kez ayısal bir Blast Beat'i bizlere sunuyor. Son bir nakarattan sonra Mike Portnoy, son yıllarda sadece davul çalmaktan sıkıldığını bizlere tekrar hatırlatıyor ama ne hatırlatış. Böğürüyor kendisi malesef. Vokal kısmının sonunda "Roaaaaarrr!!!" diyor bir aslan misali. Şarkının en berbat anı. Daha sonra yine Portnoy'un kendi forumunda verdiği bilgilerle anlaşılıyor ki, Petrucci'nin ilk olarak yazdığı vokallerin, yumuşak olduğunu ve o kısımdaki rifflere uymadığını, daha sert bir şeyler gerektiğini, bu yüzden brutal vokali bile denemek istediğini söylüyor Petrucci'ye. Hatta Opeth'ten Mikael Akerfeldt'i bile çağırmayı düşünüyor, konuk sanatçı olarak. Ama daha sonra "Turda ne bok yiycez lan?" diye de düşünüyor ve vazgeçiyor bundan. Petrucci ise, bunun DT fanları için çok radikal bir adım olduğunu söylüyor ve biraz mırın kırın ediyor anlaşılan. Sonunda çeşitli mix denemelerinden sonra Portnoy'un ne brutal ne düz vokaliyle yaptığı son hâli kabul görüyor. Bahsettiğim mix varyasyonlarını aşağıdaki linklerden indirebilirsiniz:
Brutal Portnoy ve temiz çocuk James LabrieAlbüm hâli
Daha sonra 4:38'de başlayan güzel bölüm bu sefer Rudess'in Continuum'u eşliğinde tekrar ediliyor ve klâsik DTvâri "orkestral ağırlıkta kapanış"la grup yerini Rudess'in son gotik notalarına bırakıyor ve şarkı da yağmur ve şimşek efektleriyle kapanıyor.
Şarkının en mükemmel yeri hiç kuşkusuz sololar başlayana kadarki kısım. Gerçekten insanı sürüklüyor ve şarkının nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Ama sololardan sonra beni son albümlerde en çok rahatsız eden şey başlıyor ve DT'nin son yıllarda bir âdet, şarkı yapma rehberi hâline getirdiği ve Six Degrees Of Inner Turbulance'tan(6DOIT) beri bizlere sunduğu aşırılaştırılmış solo kısımları. Meselâ ilk Petrucci solosu gayet başarılı bir şekilde başlamasına rağmen sonunda yine sapıtıyor ve sadece müzikal masturbasyona gidiyor. Keza Rudess de öyle... Basçı John Myung şarkının gidişatı ile bir manyak tuşesi eşliğinde çılgınlar gibi çalan Portnoy arasında bağlantı kurucam diye kayboluyor garibim. Ancak vokalist James Labrie de arada derede müthiş bir performans sergiliyor ve gerçekten sesini kaybetme eşiğine geldiği '95 yılındaki gıda zehirlenmesinden beri ne kadar gelişme kaydettiğini gösteriyor. Şarkının alkış alanları Portnoy'un müthiş ritmleri ve Labrie'nin vokal performansı oluyor benim için.
Daha sonra, sözlerinde John Petrucci imzası taşıyan, son yıllarda pek bir moda olan gizli ve radikal tarikatları konu olan, albümün ilk single ve klibine sahip olan A Rite Of Passage geliyor. Oryantal bir bass girişiyle Myung bizi selamlıyor ve şarkının ilk kısmının gidişatı bu bass partisyonu üzerinden belirleniyor. Gidişat gayet oryantal yani. Daha sonra vokaller selamlıyor bizleri... Albümde ilk dinlediğim şarkıydı ve öyle bir vokal girmişti ki "Hadi lan DT mi bu?" dedirtmişti bana. Distortion'lı vokali kökledikleri ve Labrie de sesini oldukça kükrememsi(?) yaptığı için tanıyamamıştım neredeyse. İlk bölüm neredeyse susmak bilmeyen geri vokallerle, adeta bir koroymuşçasına devam ediyor ve çok akılda kalıcı bir nakarat tekrarlanarak şarkının 2. kısmına geliniyor. Yapı olarak Sacrificed Sons'a(Octavarium) çok benzeyen A Rite Of Passage'ın bu kısmında sert bir heavy metal riff'i bizleri karşılıyor ve coşturuyor ortalığı. Güzel ve yaratıcı bir Petrucci solosu kulaklarımızın pasını siliyor ve yerini Rudess alarak Home(SFAM) tonundaki(ama tadında değil) oynak solosunu icra ettikten sonra, deneysel bir mini-klavye bölümüyle, son albümlerde eksik olmayan vıjı vıjı tarzı sololarına bir yenisini ekliyor. Son bir nakarattan sonra şarkı tamamlanıyor. Dinleyene kadar çok iyi bir konser şarkı olduğunun farkında değildim fakat gerçekten coşturuyor da coşturuyor konserde. Ama buna, daha sonra yazacağım 4 Temmuz 2009 Dream Theater İstanbul Konseri'nde değinicem. ORADAYDIM!!! :P
Şarkıda takdirleri Myung yazdığı güzel riffle, Petrucci de yazdığı güzel solo ve 2. bölüm riffiyle alıyor. Portnoy daha çok şarkının stabil kalmasını sağlıyor bu şarkıda, ön plana çıkma derdi yok. Eleştiri ve negatif enerjimiz vıjı vıjıları yüzünden Rudess'e!
Sırada Wither. Phrasal verb şarkısı. "Let it out, turn it on, staring down, open up" gibi bir çok phrasal verb'le John Petrucci, sözlerinde, yaratıcılığın bazen nasıl çekilmez bir şey olabileceğini hatırlamış olacak ki, özellikle söz yazımında karşılaşılan sıkıntıların biz genç müzisyenleri delirtmemesi için bize öğütler veriyor. Adam belli ki söz yazamamış, tıkanmış ve bu şarkının konusunun da bu bunalımın olmasını istemiş. İyi bir düşünce. Güzel ve sade bir arpejle başlayan şarkı, ilerledikçe bu yapısını bozmuyor ve 2. Forsaken(Systematic Chaos) vakası olarak dinletiyor kendisini. Queen'in efsanevî gitaristi Brian May tarzı(hem armonik yapısı hem de -sağ ve sol kanalda da aynı sololu- kaydediliş şekliyle) bir soloyla şarkı son bir nakarata bağlanıyor ve "Let It Out" phrasal verb'iyle şarkı tamamlanıyor. Albümün 2. single'ı olması beklenen şarkıda takdir kimseye gidemiyor çünkü bir özelliği yok. Dinlenebilen bir şarkı tabii ki ama özel bir çaba yok. Tam bir grup şarkısı.
The Shattered Fortress... Tohumları Awake'ten The Mirror'la atılan, 6DOIT'teki The Glass Prison'dan itibaren yer alan 5 albümde birer şarkıyla temsil edilen ve Mike Portnoy'un alkolle mücadelesini anlatan, Alcoholics Anonymous(12 adım programı)'un son 3 halkası. Şarkı fade in bir riffle başlıyor, devam ediyor ve daha sonra anlıyoruz ki bu riff This Dying Soul'un türemişi. Ve şarkı boyunca bir potbori dinlemeye hazır olun çünkü şarkı müzikal olarak tamamen önceki şarkılardan, The Glass Prison(6DOIT), This Dying Soul(Train Of Thought), The Root Of All Evil(Octavarium)ve The Repentence(Systematic Chaos) alıntılardan oluşuyor ve The Glass Prison'ın ilk notalarıyla tamamlanıyor. Arada geçen 12:49'luk süre boyunca bazı hoş riff çeşitlemeleri olmasa herhangi bir DTsever bunu bir kes-yapıştır müzik programında rahatlıkla yazabilir ve söz yazması için Portnoy'a demosunu gönderebilirdi yaptığı bu çalışmanın. Konsept olmayan ama başlı başına bir konsept düşüncesi dahilinde(şarkılarıyla, içinde barındırdığı gizli bağlantılarla, şarkı içi çılgın bağlantılarıyla, sözleriyle) yapılmış Octavarium albümünden sonra Portnoy "Artık birbiriyle bağlantılı albümler, şarkılar yapmayı düşünmüyoruz. Bunun en üst noktasını Octavarium'da yaptık ve o evreyi tekrarlamak istemiyoruz." demişti ve açıkçası bu sözler, benim 12 Adım Programı'nın son halkası hakkındaki beklentilerimi çok yükseğe çıkarmıştı; yine alıntılar bekliyordum ama çok farklı bir şeyler olacağını düşünüyordum. En büyük korkum olan "bütün şarkılardan alıntı" düşüncesini ise "O kadar basite inmez yahu" diye reddediyordum ama karşımda bulduğum malesef tam tamına bu oldu. Bu yüzden şarkının bütün eksi puanları Portnoy'a, bana kurşunlar.
Albümün sondan 2. şarkısı The Best Of Times. Portnoy'un 4 Ocak 2009'da kaybettiği ve Dream Theater'ın da isim babası olan babası Howard Portnoy için yazdığı eser. Hatırlatmak gerek; bir uçak kazasında kaybettiği annesi için de A Change Of Seasons başyapıtını yazmıştı. Yapı olarak Systematic Chaos'taki The Ministry Of Lost Souls'a(tMoLS) çok benziyor. Özellikle sonlara doğru. Ondan farklı olarak giriş çok yumuşak ve akustik. Yumuşacık bir piyano partisyonunun üstüne ilk önce bir keman solo, daha sonrasında da Akdeniz sahillerinde naylon telli gitarını çalan Petrucci kulak pası silen, yumuşacık bir solo çalıyor. Aynı adam, daha sonra fade in'le öyle bir riff giriyor ki... Petrucci'nin albüm boyunca ulaştığı doruk noktası! Bu solomsu mükemmel, müthiş, harika riff devam ediyor, biraz çeşitlendiriliyor sahibi tarafından ve şarkı başlangıcındaki hüznün aksine gayet mutlu bir şekilde akmaya devam ediyor şarkı. Sözlerde babasıyla hoşça vakit geçiren bir çocuk, bu çocuğun büyürken babanın da bir rahatsızlığa kapıldığının(kanser) öğrenilmesi anlatılıyor ve kendi yolunda bir teşekkür ediyor babasına hayatına yaptığı katkıdan ötürü. Akılda kalıcı bir nakaratla şarkı bütün akıcılığı ve neşesiyle devam ediyor. Daha sonra şarkı başladığı hüzne, az önce bahsettiğim tMoLS yapısıyla, Rudess'in klavyesiyle dönüyor ve hüzün akıyor bu sefer de bir süre. Son bölümlerindeki "Thank you for that, thank you for this..." tarzındaki sözlerinin müzikle alakasızlığı hariç şarkıda rahatsız edici bulduğum bir şey olmadı, çok güzel ve yine tMoLS yapısında bir çıkış solosuyla Petrucci bu güzel şarkıyı sonlandırıyor. Alkışlar girişteki ve sondaki performansı yüzünden sonuna kadar Petrucci'ye. Son kısmındaki müzik - söz uyumsuzluğu hariç hiç bir eksik bana göre.
Ve son şarkı. Son 2 albümde eski fanlarının gönlünü tek bir şarkıyla(Octavarium ve In the Presence of Enemies) almayı başaran DT, bu albümde de bunu The Count Of Tuscany'le yapıyor. The Best of Times gibi akustik bir giriş ama daha belgeselsel(?), klasik yerine daha akustik bir arpej. Güzel bir Petrucci solosu bittikten sonra yeni bir arpej yavaş yavaş sertleşiyor. Oldukça uzun ve zevkli bir giriş ve çok tatlı bir kaç Petrucci - Rudess union bölümüne sahip. MetallicAvari sert bir riffe yelken açıyor şarkı daha sonra. Sözler başlıyor ve romansal bir yapıda olan sözler akıyor kulaklardan. Şarkının ortasına kadar bu sert yapı korunurken, bir önceki riffle alakasız olmasına rağmen müthiş akılda kalıcı bir nakarat, "I!!! Wanna be alive!!!" sözleriyle bizi karşılıyor ve daha ilk dinleyişte, tıpkı A Rite Of Passage'ın nakaratı gibi hemencecik aklımızda kalıyor. Daha sonra, DTvâri şarkı bitiriş yöntemlerinden biri olan ve temponun yavaş yavaş düşerek hisli bir Petrucci solosuyla şarkının sonlanması durumu başlıyor ama saatlerimize bakıyoruz... Daha dakika 10... Nasıl yani? N'ayır şarkı burada bitemez çünkü daha 9 dakika var şarkının bitimine ve DT hidden track yapmayı, yayınlamayı sevmez; seveni de sevmez(:P)... Bu şarkı bi şekilde tamamlanmalı derken bu güzel ortamı yavaşlatan Petrucci köprüsüyle bir anda kendimizi su altı belgeselinin hasında buluyoruz. Yanımızda mavi resiflerde yüzen kolum kadar koca koca balıklar, mercanlar, karşımızda elinde su geçirmez gitarı, ayağında volume ve delay pedallarıyla Petrucci ve fonda hisli ortam yaratan klavyesiyle ve ayrodinamik dazlak kafasıyla rahatça yüzebilen Rudess. Pink Floyd'un efsanevî gitaristi David Gilmour'dan ve Echoes(Meddle) yapısından fırlamış bir bölüm bizi bekliyor. Yaklaşık 3 dakika Petrucci sahne alıyor, alkışlarla sudan çıkıyor ve daha kurulanmadan şarkının başında kumsalda bıraktığı akustik gitarını yine eline alarak çok akılda kalıcı, nakaratsız bir bölümü icra etmeye başlıyor. O çalıyor, Labrie söylüyor, şu güzel Akdeniz Akşamı'nı renklendiriyorlar. Şarkının bence 4. bölümü (giriş, MetallicAvarî, su altı solo, sonuç) olan bu bölüm modumuzu iyice tatil moduna sokuyor ve "Nerde benim sırt çantam? Otostop çekerek Olympos'a gitmek istiyorum ibneler!" naralarıyla bu günlerde gitmekle pek bi meşgul olduğum yaz okuluna sövdürüyor. Şarkının olumlu tarafı bütün gruba, zira müzikal açıdan bence tek kelimeyle mükemmel bir şarkı. Olumsuz yanı ise... Dikkat ettiyseniz böyle bir tatil modundan bahsettiğimdir. Olumlu bir şey yani değil mi? Ama sözler o kadar alakasız ki o müzikten, bir kardeş var abisinin hikayesini , daha doğrusu abisinden esinlenerek oluşturulmuş bir karakterin hikayesini anlatan ama ne hikayesi bu hala çözebilmiş değilim ve az önce söz ettiğim o "olumlu" bölümlerde bir ağlama, yakınma havası mevcut. Yani kısacası en kötü özelliği şarkının malesef yine müzik - söz uyumsuzluğu... Şarkı, albüm boyunca yer alan en güzel "vooo vooooo voooooooo"larla son buluyor ve böylece albüm ve sahildeki martılar gaklaya gaklaya bizlere veda ediyor.
Albüm DT dinleyenlere yeni birşey getirmiyor. Beklentiler çok yüksek olmadığı takdirde bu beklentileri karşılayabilir de. Güzel sololar, hızlı ve aksak davul ritmleri, bir çok virtüözlük numarası. Ancak bunun yanında bir çok soru işareti getiriyor ki benim için 2 tane var:
1. Son iki albümdür ciddi şekilde yaşanan söz - müzik uyumsuzluğu, Petrucci'nin sıkıştığı yerde hemen sıkış bir hikaye uydurmaya çalışarak science - fiction yazarlığına soyunmaya çalışması. Bırak o işi Spielberg yapsın arkadaşım. Otur Lost izle sen, kas çalış falan, iyice şişir kendini.
2. Rifflerin birbiriyle alakasızlığı. Sanki stüdyoya giriyorlar, ilk aklına gelen riffleri birbirine yapıştırıyor gibiler. BC&SL'de gidişat olarak rahatsız etmeyen, korkutmayan tek şarkı Wither, o da 5:25'lik bir süreye sahip olduğu için zaten.
Vokalist James Labrie son 5 albümdeki en iyi performansını bence bu albümde sergilemiş. Müthiş bir iş çıkarmış bence ve benden kocaman bir 10/10'u hak etti. Ayakta alkışlıyorum!
John Petrucci. Şarkılara olan etkisinin büyüklüğünü(kendisi bütün albümlerin prodüktörlüğü Portnoy'la ortak yapar) göz önüne alarak onun gibi müthiş bir gitaristten her zaman bu riffler arası bağlantı sorununu çözecek çözümler bekliyorum. Systematic Chaos'ta yaptığı şeyler oldukça güzeldi ama bu albümde... Bu konuda sınıfta kalıyor. Ama gelin görün ki tam sınıfta bırakıyorum adamı, öyle bir solo veya riffle geliyor ki "Lan it... Gayet uslu olan kız arkadaşım seni görünce bi' hoş oluyo zaten... Daha ne istiyosun benden? Otur yerine 5/10!" dedirtiyor bana.
Mike Portnoy'un da şarkılara olan etkisinin çok büyük olduğunu bildiğimden notunu kırıyor, sırf A Nightmare To Remember'daki müthiş ritmleri ve Petrucci'ye olan inadımdan notumu 6/10 veriyorum. A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany hariç fazla öne çıkma girişimi yok kendisinin.
Başın sağolsun bir de.
John Myung... Garibim. Duyulmuyor bile albümlerde doğru düzgün bassı. Bu konuya kaç albümdür müdahale etmediği için onun da notunu kırıyor ve saygımdan ötürü 7/10 olarak yazıyorum defterime.
Jordan Rudess ise en düşük notu alıyor benden. Konserde silah sokmadılar içeri yoksa o Continuum'unun fişini koparacaktım tek bir kurşunla. O yetmezmiş gibi bi de mini-klavye çıkardı başımıza şimdi de. Vıjı vıjı deneysel bir şeylere girişmese olmaz. Deneye deneye bi hâl oldu. 3/10!
Prodüksiyon tonlar açısından oldukça başarılı. Yani elemanların bireysel teknisyenleri çok iyi işler çıkarmış yine. Mix mükemmel. Kayıt olarak kulağımı bazen rahatsız eden tek sorun Portnoy'un kick tuşelerinin tak tak beyin sömürecek seviyeye geliyor olması ama bu sorun son yıllarda çıkan çoğu metal müzik albümünün ortak sorunu. Hatta bir ismi bile var artık: Overproduction. 8/10
Albüm kapağı ve artworkler bir DT klâsiği artık: Harika! 10/10!
Albüm genel olarak benden 5/10 alırdı ama sırf A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany'nin hatrına 6/10'a yükseltiyorum notumu. Progressive metalden zevk alıyor, uzun şarkılar dinlemek sizi rahatsız etmiyorsa mutlaka dinleyin, bir Dream Theater fanıysanız yine dinleyin tabii ki ama asla beklentinizi çok yüksek tutmayın.
Üzülüyorsunuz sonra :)
Şarkının en mükemmel yeri hiç kuşkusuz sololar başlayana kadarki kısım. Gerçekten insanı sürüklüyor ve şarkının nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Ama sololardan sonra beni son albümlerde en çok rahatsız eden şey başlıyor ve DT'nin son yıllarda bir âdet, şarkı yapma rehberi hâline getirdiği ve Six Degrees Of Inner Turbulance'tan(6DOIT) beri bizlere sunduğu aşırılaştırılmış solo kısımları. Meselâ ilk Petrucci solosu gayet başarılı bir şekilde başlamasına rağmen sonunda yine sapıtıyor ve sadece müzikal masturbasyona gidiyor. Keza Rudess de öyle... Basçı John Myung şarkının gidişatı ile bir manyak tuşesi eşliğinde çılgınlar gibi çalan Portnoy arasında bağlantı kurucam diye kayboluyor garibim. Ancak vokalist James Labrie de arada derede müthiş bir performans sergiliyor ve gerçekten sesini kaybetme eşiğine geldiği '95 yılındaki gıda zehirlenmesinden beri ne kadar gelişme kaydettiğini gösteriyor. Şarkının alkış alanları Portnoy'un müthiş ritmleri ve Labrie'nin vokal performansı oluyor benim için.
Daha sonra, sözlerinde John Petrucci imzası taşıyan, son yıllarda pek bir moda olan gizli ve radikal tarikatları konu olan, albümün ilk single ve klibine sahip olan A Rite Of Passage geliyor. Oryantal bir bass girişiyle Myung bizi selamlıyor ve şarkının ilk kısmının gidişatı bu bass partisyonu üzerinden belirleniyor. Gidişat gayet oryantal yani. Daha sonra vokaller selamlıyor bizleri... Albümde ilk dinlediğim şarkıydı ve öyle bir vokal girmişti ki "Hadi lan DT mi bu?" dedirtmişti bana. Distortion'lı vokali kökledikleri ve Labrie de sesini oldukça kükrememsi(?) yaptığı için tanıyamamıştım neredeyse. İlk bölüm neredeyse susmak bilmeyen geri vokallerle, adeta bir koroymuşçasına devam ediyor ve çok akılda kalıcı bir nakarat tekrarlanarak şarkının 2. kısmına geliniyor. Yapı olarak Sacrificed Sons'a(Octavarium) çok benzeyen A Rite Of Passage'ın bu kısmında sert bir heavy metal riff'i bizleri karşılıyor ve coşturuyor ortalığı. Güzel ve yaratıcı bir Petrucci solosu kulaklarımızın pasını siliyor ve yerini Rudess alarak Home(SFAM) tonundaki(ama tadında değil) oynak solosunu icra ettikten sonra, deneysel bir mini-klavye bölümüyle, son albümlerde eksik olmayan vıjı vıjı tarzı sololarına bir yenisini ekliyor. Son bir nakarattan sonra şarkı tamamlanıyor. Dinleyene kadar çok iyi bir konser şarkı olduğunun farkında değildim fakat gerçekten coşturuyor da coşturuyor konserde. Ama buna, daha sonra yazacağım 4 Temmuz 2009 Dream Theater İstanbul Konseri'nde değinicem. ORADAYDIM!!! :P
Şarkıda takdirleri Myung yazdığı güzel riffle, Petrucci de yazdığı güzel solo ve 2. bölüm riffiyle alıyor. Portnoy daha çok şarkının stabil kalmasını sağlıyor bu şarkıda, ön plana çıkma derdi yok. Eleştiri ve negatif enerjimiz vıjı vıjıları yüzünden Rudess'e!
Sırada Wither. Phrasal verb şarkısı. "Let it out, turn it on, staring down, open up" gibi bir çok phrasal verb'le John Petrucci, sözlerinde, yaratıcılığın bazen nasıl çekilmez bir şey olabileceğini hatırlamış olacak ki, özellikle söz yazımında karşılaşılan sıkıntıların biz genç müzisyenleri delirtmemesi için bize öğütler veriyor. Adam belli ki söz yazamamış, tıkanmış ve bu şarkının konusunun da bu bunalımın olmasını istemiş. İyi bir düşünce. Güzel ve sade bir arpejle başlayan şarkı, ilerledikçe bu yapısını bozmuyor ve 2. Forsaken(Systematic Chaos) vakası olarak dinletiyor kendisini. Queen'in efsanevî gitaristi Brian May tarzı(hem armonik yapısı hem de -sağ ve sol kanalda da aynı sololu- kaydediliş şekliyle) bir soloyla şarkı son bir nakarata bağlanıyor ve "Let It Out" phrasal verb'iyle şarkı tamamlanıyor. Albümün 2. single'ı olması beklenen şarkıda takdir kimseye gidemiyor çünkü bir özelliği yok. Dinlenebilen bir şarkı tabii ki ama özel bir çaba yok. Tam bir grup şarkısı.
The Shattered Fortress... Tohumları Awake'ten The Mirror'la atılan, 6DOIT'teki The Glass Prison'dan itibaren yer alan 5 albümde birer şarkıyla temsil edilen ve Mike Portnoy'un alkolle mücadelesini anlatan, Alcoholics Anonymous(12 adım programı)'un son 3 halkası. Şarkı fade in bir riffle başlıyor, devam ediyor ve daha sonra anlıyoruz ki bu riff This Dying Soul'un türemişi. Ve şarkı boyunca bir potbori dinlemeye hazır olun çünkü şarkı müzikal olarak tamamen önceki şarkılardan, The Glass Prison(6DOIT), This Dying Soul(Train Of Thought), The Root Of All Evil(Octavarium)ve The Repentence(Systematic Chaos) alıntılardan oluşuyor ve The Glass Prison'ın ilk notalarıyla tamamlanıyor. Arada geçen 12:49'luk süre boyunca bazı hoş riff çeşitlemeleri olmasa herhangi bir DTsever bunu bir kes-yapıştır müzik programında rahatlıkla yazabilir ve söz yazması için Portnoy'a demosunu gönderebilirdi yaptığı bu çalışmanın. Konsept olmayan ama başlı başına bir konsept düşüncesi dahilinde(şarkılarıyla, içinde barındırdığı gizli bağlantılarla, şarkı içi çılgın bağlantılarıyla, sözleriyle) yapılmış Octavarium albümünden sonra Portnoy "Artık birbiriyle bağlantılı albümler, şarkılar yapmayı düşünmüyoruz. Bunun en üst noktasını Octavarium'da yaptık ve o evreyi tekrarlamak istemiyoruz." demişti ve açıkçası bu sözler, benim 12 Adım Programı'nın son halkası hakkındaki beklentilerimi çok yükseğe çıkarmıştı; yine alıntılar bekliyordum ama çok farklı bir şeyler olacağını düşünüyordum. En büyük korkum olan "bütün şarkılardan alıntı" düşüncesini ise "O kadar basite inmez yahu" diye reddediyordum ama karşımda bulduğum malesef tam tamına bu oldu. Bu yüzden şarkının bütün eksi puanları Portnoy'a, bana kurşunlar.
Albümün sondan 2. şarkısı The Best Of Times. Portnoy'un 4 Ocak 2009'da kaybettiği ve Dream Theater'ın da isim babası olan babası Howard Portnoy için yazdığı eser. Hatırlatmak gerek; bir uçak kazasında kaybettiği annesi için de A Change Of Seasons başyapıtını yazmıştı. Yapı olarak Systematic Chaos'taki The Ministry Of Lost Souls'a(tMoLS) çok benziyor. Özellikle sonlara doğru. Ondan farklı olarak giriş çok yumuşak ve akustik. Yumuşacık bir piyano partisyonunun üstüne ilk önce bir keman solo, daha sonrasında da Akdeniz sahillerinde naylon telli gitarını çalan Petrucci kulak pası silen, yumuşacık bir solo çalıyor. Aynı adam, daha sonra fade in'le öyle bir riff giriyor ki... Petrucci'nin albüm boyunca ulaştığı doruk noktası! Bu solomsu mükemmel, müthiş, harika riff devam ediyor, biraz çeşitlendiriliyor sahibi tarafından ve şarkı başlangıcındaki hüznün aksine gayet mutlu bir şekilde akmaya devam ediyor şarkı. Sözlerde babasıyla hoşça vakit geçiren bir çocuk, bu çocuğun büyürken babanın da bir rahatsızlığa kapıldığının(kanser) öğrenilmesi anlatılıyor ve kendi yolunda bir teşekkür ediyor babasına hayatına yaptığı katkıdan ötürü. Akılda kalıcı bir nakaratla şarkı bütün akıcılığı ve neşesiyle devam ediyor. Daha sonra şarkı başladığı hüzne, az önce bahsettiğim tMoLS yapısıyla, Rudess'in klavyesiyle dönüyor ve hüzün akıyor bu sefer de bir süre. Son bölümlerindeki "Thank you for that, thank you for this..." tarzındaki sözlerinin müzikle alakasızlığı hariç şarkıda rahatsız edici bulduğum bir şey olmadı, çok güzel ve yine tMoLS yapısında bir çıkış solosuyla Petrucci bu güzel şarkıyı sonlandırıyor. Alkışlar girişteki ve sondaki performansı yüzünden sonuna kadar Petrucci'ye. Son kısmındaki müzik - söz uyumsuzluğu hariç hiç bir eksik bana göre.
Ve son şarkı. Son 2 albümde eski fanlarının gönlünü tek bir şarkıyla(Octavarium ve In the Presence of Enemies) almayı başaran DT, bu albümde de bunu The Count Of Tuscany'le yapıyor. The Best of Times gibi akustik bir giriş ama daha belgeselsel(?), klasik yerine daha akustik bir arpej. Güzel bir Petrucci solosu bittikten sonra yeni bir arpej yavaş yavaş sertleşiyor. Oldukça uzun ve zevkli bir giriş ve çok tatlı bir kaç Petrucci - Rudess union bölümüne sahip. MetallicAvari sert bir riffe yelken açıyor şarkı daha sonra. Sözler başlıyor ve romansal bir yapıda olan sözler akıyor kulaklardan. Şarkının ortasına kadar bu sert yapı korunurken, bir önceki riffle alakasız olmasına rağmen müthiş akılda kalıcı bir nakarat, "I!!! Wanna be alive!!!" sözleriyle bizi karşılıyor ve daha ilk dinleyişte, tıpkı A Rite Of Passage'ın nakaratı gibi hemencecik aklımızda kalıyor. Daha sonra, DTvâri şarkı bitiriş yöntemlerinden biri olan ve temponun yavaş yavaş düşerek hisli bir Petrucci solosuyla şarkının sonlanması durumu başlıyor ama saatlerimize bakıyoruz... Daha dakika 10... Nasıl yani? N'ayır şarkı burada bitemez çünkü daha 9 dakika var şarkının bitimine ve DT hidden track yapmayı, yayınlamayı sevmez; seveni de sevmez(:P)... Bu şarkı bi şekilde tamamlanmalı derken bu güzel ortamı yavaşlatan Petrucci köprüsüyle bir anda kendimizi su altı belgeselinin hasında buluyoruz. Yanımızda mavi resiflerde yüzen kolum kadar koca koca balıklar, mercanlar, karşımızda elinde su geçirmez gitarı, ayağında volume ve delay pedallarıyla Petrucci ve fonda hisli ortam yaratan klavyesiyle ve ayrodinamik dazlak kafasıyla rahatça yüzebilen Rudess. Pink Floyd'un efsanevî gitaristi David Gilmour'dan ve Echoes(Meddle) yapısından fırlamış bir bölüm bizi bekliyor. Yaklaşık 3 dakika Petrucci sahne alıyor, alkışlarla sudan çıkıyor ve daha kurulanmadan şarkının başında kumsalda bıraktığı akustik gitarını yine eline alarak çok akılda kalıcı, nakaratsız bir bölümü icra etmeye başlıyor. O çalıyor, Labrie söylüyor, şu güzel Akdeniz Akşamı'nı renklendiriyorlar. Şarkının bence 4. bölümü (giriş, MetallicAvarî, su altı solo, sonuç) olan bu bölüm modumuzu iyice tatil moduna sokuyor ve "Nerde benim sırt çantam? Otostop çekerek Olympos'a gitmek istiyorum ibneler!" naralarıyla bu günlerde gitmekle pek bi meşgul olduğum yaz okuluna sövdürüyor. Şarkının olumlu tarafı bütün gruba, zira müzikal açıdan bence tek kelimeyle mükemmel bir şarkı. Olumsuz yanı ise... Dikkat ettiyseniz böyle bir tatil modundan bahsettiğimdir. Olumlu bir şey yani değil mi? Ama sözler o kadar alakasız ki o müzikten, bir kardeş var abisinin hikayesini , daha doğrusu abisinden esinlenerek oluşturulmuş bir karakterin hikayesini anlatan ama ne hikayesi bu hala çözebilmiş değilim ve az önce söz ettiğim o "olumlu" bölümlerde bir ağlama, yakınma havası mevcut. Yani kısacası en kötü özelliği şarkının malesef yine müzik - söz uyumsuzluğu... Şarkı, albüm boyunca yer alan en güzel "vooo vooooo voooooooo"larla son buluyor ve böylece albüm ve sahildeki martılar gaklaya gaklaya bizlere veda ediyor.
Albüm DT dinleyenlere yeni birşey getirmiyor. Beklentiler çok yüksek olmadığı takdirde bu beklentileri karşılayabilir de. Güzel sololar, hızlı ve aksak davul ritmleri, bir çok virtüözlük numarası. Ancak bunun yanında bir çok soru işareti getiriyor ki benim için 2 tane var:
1. Son iki albümdür ciddi şekilde yaşanan söz - müzik uyumsuzluğu, Petrucci'nin sıkıştığı yerde hemen sıkış bir hikaye uydurmaya çalışarak science - fiction yazarlığına soyunmaya çalışması. Bırak o işi Spielberg yapsın arkadaşım. Otur Lost izle sen, kas çalış falan, iyice şişir kendini.
2. Rifflerin birbiriyle alakasızlığı. Sanki stüdyoya giriyorlar, ilk aklına gelen riffleri birbirine yapıştırıyor gibiler. BC&SL'de gidişat olarak rahatsız etmeyen, korkutmayan tek şarkı Wither, o da 5:25'lik bir süreye sahip olduğu için zaten.
Vokalist James Labrie son 5 albümdeki en iyi performansını bence bu albümde sergilemiş. Müthiş bir iş çıkarmış bence ve benden kocaman bir 10/10'u hak etti. Ayakta alkışlıyorum!
John Petrucci. Şarkılara olan etkisinin büyüklüğünü(kendisi bütün albümlerin prodüktörlüğü Portnoy'la ortak yapar) göz önüne alarak onun gibi müthiş bir gitaristten her zaman bu riffler arası bağlantı sorununu çözecek çözümler bekliyorum. Systematic Chaos'ta yaptığı şeyler oldukça güzeldi ama bu albümde... Bu konuda sınıfta kalıyor. Ama gelin görün ki tam sınıfta bırakıyorum adamı, öyle bir solo veya riffle geliyor ki "Lan it... Gayet uslu olan kız arkadaşım seni görünce bi' hoş oluyo zaten... Daha ne istiyosun benden? Otur yerine 5/10!" dedirtiyor bana.
Mike Portnoy'un da şarkılara olan etkisinin çok büyük olduğunu bildiğimden notunu kırıyor, sırf A Nightmare To Remember'daki müthiş ritmleri ve Petrucci'ye olan inadımdan notumu 6/10 veriyorum. A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany hariç fazla öne çıkma girişimi yok kendisinin.
Başın sağolsun bir de.
John Myung... Garibim. Duyulmuyor bile albümlerde doğru düzgün bassı. Bu konuya kaç albümdür müdahale etmediği için onun da notunu kırıyor ve saygımdan ötürü 7/10 olarak yazıyorum defterime.
Jordan Rudess ise en düşük notu alıyor benden. Konserde silah sokmadılar içeri yoksa o Continuum'unun fişini koparacaktım tek bir kurşunla. O yetmezmiş gibi bi de mini-klavye çıkardı başımıza şimdi de. Vıjı vıjı deneysel bir şeylere girişmese olmaz. Deneye deneye bi hâl oldu. 3/10!
Prodüksiyon tonlar açısından oldukça başarılı. Yani elemanların bireysel teknisyenleri çok iyi işler çıkarmış yine. Mix mükemmel. Kayıt olarak kulağımı bazen rahatsız eden tek sorun Portnoy'un kick tuşelerinin tak tak beyin sömürecek seviyeye geliyor olması ama bu sorun son yıllarda çıkan çoğu metal müzik albümünün ortak sorunu. Hatta bir ismi bile var artık: Overproduction. 8/10
Albüm kapağı ve artworkler bir DT klâsiği artık: Harika! 10/10!
Albüm genel olarak benden 5/10 alırdı ama sırf A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany'nin hatrına 6/10'a yükseltiyorum notumu. Progressive metalden zevk alıyor, uzun şarkılar dinlemek sizi rahatsız etmiyorsa mutlaka dinleyin, bir Dream Theater fanıysanız yine dinleyin tabii ki ama asla beklentinizi çok yüksek tutmayın.
Üzülüyorsunuz sonra :)
9 yorum:
bence dream theater delileri icin gayet tatmin edici bi album olmus..
tabi ki :)
ama systematic chaos'un gölgesinde kaldı bence.
bence "systematic chaos'un gölgesinde kaldı" bence yanlış bir yorum. the count of tuscany dream theater'ın gelmiş geçmiş en iyi şarkılarından. belki farklı düşünenler olacaktır ama bence a nightmare to remember yine aynı şekilde dt'nin en iyi eserlerinden. the best of times grubu iyi tanıyanlar için tüyleri diken diken eden bir şarkı. gerçi tanımayanlar da jp'nin solosuyla dağılmışlardır orası ayrı. the shattered fortress baştan sonra bir sanat eseri, yani "medley len bu, neresi orcinal, ehere mehere" geyiklerini bir kenara bırakırsak cidden olağanüstü bir şarkı. kelimelerle anlatılmaz. şimdi bu şükela eserlerin yanında bir de a rite of passage ve wither var. bunların ikisi de oldukça iyi şarkılar. eleştirilecek yanlarını da göremiyorum. grup 7 tane the count of tuscany yazamaz, yazmak zorunda da değil. porcupine tree'nin the incident'ı ve transatlantic'in yeni albümü piyasaya çıktıktan sonra belki daha net bir yorum yapabilirim. ancak black clouds and silver linings bu yılın şimdilik en iyi ve kaliteli albümüdür. hayatını dream theater ile geçiren biri olarak beni kesinlikle ümitlendiren bir albüm. dream theater'ın bundan sonra çizeceği yolu da biraz olsun gösteriyor. nasıl ki petrucci'nin six degrees of inner turbulence'da kullandığı hayvani rifflerden ve rudess'ın klavye üzerindeki kontrolünün olağanüstü artmasından train of thought'un gelişi anlaşıldıysa bu albümden de bazı şeyler çıkarmak mümkün. petrucci, portnoy, rudess, labrie ve myung'a "dream theater kötü şarkı ve albüm yapmaz" cümlesini bir kez daha doğruladıkları için, hatta bunu "dream theater şaheser seviyesinin altında iş yapmaz"a taşıdıkları için teşekkür ediyorum.
bi yerlere doğru gidişat durumu benim de aklıma gelmiyor değil. nightmare ve tuscany gerçekten çok iyi şarkılar, sardırıp sardırıp dinliyorum ama nightmare'de vokal ve sololar biraz canımı sıktı benim. yoksa hepsi de tuscany gibi olsun diye bi beklentim ztn yok tabi ki :)
direk olarak albümle alakalı değil ama bunu söylemem lazım, john petrucci yakın bir zamanda robert gray'e verdiği ropörtajda henüz çok detaylı düşünmediklerini ancak 2010'da grubun 25. yılı sebebiyle özel şeyler yapmayı planladıklarını söyledi. benim isteğim yeni bir score görmek ama mesela systematic chaos'ta bile bulunan "the making of" türünden bir video bu albümde ortaya çıkarılmadı. images and words'ün bile vardır öyle bir bootleg'i. yani demem odur ki dream theater her yönden değişiyor. 2010'da yeni bir konser dvd'si yerine son 2 yıl içinde 2. bir dünya turu (bu sefer çok daha ilginç şeyler içeren)ortaya çıkabilir. 2010'da tekrar gelirlerse bu sefer laptopumu satar en önden alırım biletimi.
dediğin gibi keşke bi grubu, hele ki dt'yi de bi turnede 2 kere görebilsek.
benim bildiğim kesin bi konser dvdsi çıkarıcakları bu tur için 12 adım programı adına.
o dvs işinin düşünüldüğünü biliyordum da kesin olduğunu ilk kez duyuyorum. bana kalsa her konserin dvd'sini çıkarsınlar. zaten dream theater'ın konser dvd'leri konusunda ayrı bir olayı var. images and words zamanında bir live in tokyo çıkmıştı, grupla ilgili tonla materyal vardı, 5 years in a livetime aynı şekilde, live scenes from new york her yönden zamanının ötesi bir dvd. yani dream theater dvd çıkarıyor ama kesinlikle boş şeyler sürmüyor piyasaya. şimdi bundan sonrası için "dt her yıl dvd yayınlıyor sıktı artık" falan diyenler var, birincisi satıyorsa, grubu takip edenlerin bir sıkıntısı yoksa dediğim gibi her konserin dvd'sini çıkarsalar yeridir. live at budokan gerekliydi, scenes from a memory sonrası grubun çok büyüdüğü, hayranlarının sayısının inanılmaz boyutlara ulaştığı, ayrıca dream theater'ın konser performanslarının olağanüstü kaliteli olduğu gösterilmeli zaman zaman. daha sonra score geldi ki bu zaten grubun 20. yılı sebebiyle. son olarak chaos in motion piyasaya sürüldü, bence oldukça özgün bir fikirdi. başka yapan vardır herhalde ama dünyanın her yerindeki konserlerden görüntüler toplayıp bir dvd'de birleştirmek çok güzel bir düşünce. şimdi portnoy'un 12 adım programı üzerine neler yaparlar bilmem ama sonuçta yine çok keyifli ve kaliteli bir şey ortaya çıkacaktır. sabırsızlıkla bekliyorum.
not: roadrunner records'un grubun her konuda arkasında durması sebebiyle bence daha önce yapılamayan şeyler bu sefer denenebilir. 2010'da dream theater'dan çok farklı ve çok yönlü projeler gelebilir, hazırlıklı olmak lazım.
dediğin gibi roadrunner metal sever bi şirket çıktı ve kütür kütür de destek veriyor bünyesindeki gruplara. gerek albüm promosyonu olsun gerekse de turne desteği olsun. dvd olarak ben hiç rahatsız değilim bir konser manyağı olarak, olumsuz eleştiriler olduğunu biliyorum bu konuda dt'ye ama olsun, fazla sorun değil, ağzı olan konuşuyor :)
kafalarında 25. yıl için de bişeyler vardır elbette ama 12 adım programı için dvd fikrini forumunda açıkladı portnoy. wiki'de okumuştum.
petrucci'nin verdiği ropörtajın linkini aşağıya bıraktım. okuduğum kadarıyla 25. yıl ile ilgili olarak onun da aklında kesin bir şey yok belli ki. ama birincisi roadrunner ciddi anlamda destek çıkıyor, ikincisi mike portnoy gibi proje fabrikası bir adam bütün dream theater takipçilerini ihya edecektir bence 2010'da. zaten oturduğu yerde oturamadı transatlantic'i bir araya getirdi yine. bildiğim kadarıyla kendisinin elinde fiziksel olarak ortaya çıkabilecek her türlü dream theater kaydı mevcut. yine kendisinin hazırlayacağı bir box set piyasaya sürülebilir, score gibi bir konser dvd'si piyasaya çıkabilir, roadrunner records "free shit" benzeri organizasyonlarla tüm dünyadaki grup fanlarına gayet tatmin edici hediyeler verebilir, daha önce dediğim gibi ikinci dünya turu olabilir, yani benim bile aklıma bu kadar şey geliyorsa mike yüzlerce şey çıkarır ortaya. bekleyip göreceğiz :)
http://www.ultimate-guitar.com/interviews/hit_the_lights/john_petrucci_new_album_has_mixture_of_old_school_dream_theater.html
Yorum Gönder