29 Temmuz 2009 Çarşamba
Why? - Eskimo Snow
Kendilerini yeni yeni dinliyorum.Aslında bu Amerikalı grup 97'de kurulmuş.Oldukça eskiler diyebiliriz.Yoni ve Josiah Wolf kardeşler ile Doug Mcdiarmid'in başını çektiği bir grup.Grubun solisti Yoni Wolf grubun aynı zamanda sözyazarı ve klavyecisi.Kendileri için indie ve hip-hop grubu olarak geçiyor.Hip-hop ile indieyi nasıl birleştirebiliriz gibisinden deneysel çalışmalarda bulunuyorlarmış.Fakat bu son yaptığı şarkılarda pek bir hip-hop duyamadım.Daha çok downtempo indie grubu gibi olmuş.Eski şarkılarını bilemiyorum,ama Eskimo Snow'da durum değişmiş sanırsam.Biraz da içine folk atmışlar.Kışlık albüm gibi olmuş.Bence saklanılası,iyi bir albüm.
Eskimo Snow
01-These Hands
02-January Twenty Something
03-Against Me
04-Even The Good Wood Gone
05-Into The Shadows Of My Embrace
06-One Rose
07-On Rose Walk, Insomniac
08-Berkeley By Hearseback
09-This Blackest Purse
10-Eskimo Snow
Link
Eti Kekler:
Why
24 Temmuz 2009 Cuma
sound of solitude sonrasi myslovitz
once bi hatirlayalim.. hatirlamiyorum tam ama tahminim 6-7 yil oldu myslovitz'in bu sarkiyla cikis yapmasi.. uzun bir surede dinlenmisti.. gecen sokakta yururken kulagima kimin yaptigini anlamadigim bir cover hali geldi ve '' lan harbiden boyle bi sarki vardi ne oldu acaba buna'' dedim kendi kendime.. hangarda nefesleri buharli buharli cikan klipleri kafamda dondu durdu.. icinizde muhakkak dinleyen vardir ama sahsen ben sound of solitude disinda tek bir sarkisini bile hatirlamadim myslovitz'in ve '' bu grup bunu haketmiyor'' diyerek gecen gun biraz ustune gittim myslovitz'in ve hicte fena sarkilari olmadigini gordum.. zaten sound of solitude gibi bir efsaneyi cikartan grubun temelinin bos olmasi dusunulemezdi.. isin ilginc yani internette tam 9 albumune rastladim myslovitz'in.. sorun bendeydi sanirim gecen yillar boyunca..
son albumlerini 2006 da yayinlamislar.. dagilmislarmi, devam ediyorlarmi net bir bilgi bulamadim.. hayalet grup olmuslar son yillarda.. ama hala polonyanin en iyi grubu olarak gosteriliyor.. gelip gecen olmamis kendilerini bu sure zarfinda.. tum albumlerini tabii ki dinleyemedim ama, dinledigim kadariyla lehce olan sarkilarina dikkat etmek lazim myslovitz'in.. sanirim lehcenin kulaga guzel gelmesinden kaynaklanan bir sevimlilik var sarkilarinda.. dedigim gibi halen devam ediyorlarmi bulamadim ama bir yeni album yakisir gibi duruyor.. 3 yil uzun bi sure myslovitz.. son olarak solist birine benziyor ama cikartamadim..
Eti Kekler:
demiycem,
pastel zarlar
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Endonezya'dan kaliteli trip-hop: Everybody Loves Irene
Post-rock bağımlısı olup çıktıktan sonra daha fazla müzik keşfedebilmek için bazı siteleri sıkı takibe aldım. Sirenssound da işte bu sitelerden biri. Her ne kadar post-rock ağırlıklı olsa da arada gerçekten kaliteli trip-hop müzik de konuluyor siteye. İşte bu siteyi sıkı takibe alma nedenim de ünlü grupların albümlerini indirmekten ziyede bazı kıyıda köşede kalmış grupları keşfedebilmekti, tıpkı Everybody Loves Irene gibi..
Gelelim Eveybody Loves Irene'e..Endonezya'da 1998'de 3 kişi olarak kurulmuşlar ve o zaman grubun ismini aldığı vokalist Irene Hanım ortalarda yokmuş. O zamana kadar birkaç isim değiştirmişler fakat; kalıcı vokalist olarak Irene Yohana gruba katılınca hem soundları biraz daha oturmuş hem de grubun isim konusunda çektiği kararsızlıklar son bulmuş.
sirenssound
last.fm
"The very first thing you must learn about flying is gravity" en sevdiğim albümleridir, denemeye hevesli olanlara duyurulur.
Gelelim Eveybody Loves Irene'e..Endonezya'da 1998'de 3 kişi olarak kurulmuşlar ve o zaman grubun ismini aldığı vokalist Irene Hanım ortalarda yokmuş. O zamana kadar birkaç isim değiştirmişler fakat; kalıcı vokalist olarak Irene Yohana gruba katılınca hem soundları biraz daha oturmuş hem de grubun isim konusunda çektiği kararsızlıklar son bulmuş.
Yaptıkları müzik için Massive Attack ve Portishead'in biraz daha depresif olanı diyebilirim sanırım.
Anlatmakla olmaz bu işler diyenler için:
myspaceAnlatmakla olmaz bu işler diyenler için:
sirenssound
last.fm
"The very first thing you must learn about flying is gravity" en sevdiğim albümleridir, denemeye hevesli olanlara duyurulur.
Dream Theater - Black Clouds & Silver Linings(2009)
1. A Nightmare To Remember (16:10)
2. A Rite Of Passage (8:35)
3. Wither (5:25)
4. The Shattered Fortress (12:49)
5. The Best Of Times (13:07)
6. The Count Of Tuscany (19:16)
2. A Rite Of Passage (8:35)
3. Wither (5:25)
4. The Shattered Fortress (12:49)
5. The Best Of Times (13:07)
6. The Count Of Tuscany (19:16)
James Labrie - Vokaller
John Myung - Bass gitarlar
John Petrucci - Gitarlar ve geri vokaller
Mike Portnoy - Davullar ve geri vokaller
Jordan Rudess - Klavye, piyano, continuum ve mini-board
John Petrucci ve Mike Portnoy – Prodüksiyon
Paul Northfield – Mühendis, mix ve vokal için yardımcı prodüktörlük
Chad Lupo – Yardımcı mühendis
Hugh Syme – Sanat yönetmeni, albüm kapağı dizaynı ve görseller
Daragh McDonagh – Fotoğraflar
ROADRUNNER RECORDS - 29 HAZİRAN 2009
Son 10 yılın bazılarına göre en çalışkan, bazılarına göre de en boş ve kafa yorucu bi şekilde çalışan grubu olan, bu yüzden de gözümde yaptıkları müzik türü içinde aldıkları eleştiriler ve bu tarzda müzik yapan diğer gruplara oranla çok ama çok yüksek olan popüleriteleri nedeniyle "progressive metalin MetallicA'sı" tanımlamasını almış olan Dream Theater'ın yeni albümü Black Clouds & Silver Linings(BC&SL). '99 çıkışlı efsanevî konsept albüm Metropolis Part-2: Scenes From A Memory(SFAM) albümünden sonra geçen bu yıl içinde çıkardıkları 5. stüdyo albümleri... ki bu 10 yılda yayınladıkları 3 konser albümü de cabası.
Albüm hâli
Albüm klavyeci Jordan "Wizard" Rudess'in gotik ve karamsar bir klavye girişiyle başlıyor albümün adını tam anlamıyla yansıtır bir şekilde. Şarkımız A Nightmare To Remember. Daha sonra grupça sert bir giriş ve Mike Portnoy'un albüm çıkmadan önce forumunda verdiği ipucundaki gibi The Glass Prison varî bir riffle şarkı ilerliyor. Gitarist John Petrucci imzalı sözlerde bir trafik kazası öncesi, kaza anı ve kazadan sonra yaşanan koma hâli işleniyor. İlk 3,5 dakikada kaza öncesi ve kazaya yaklaşıyoruz ve bu kısım son derece agresif ve akıcı bir şekilde ilerliyor, yerinizde durmak oldukça zor eğer thrash metale yakınlığınız da varsa. Bu bölüm 4:28'de girişteki klavye temasına uygun bir vokal melodisine bağlanıyor. Ve sonra müthiş bir yavaş bölüm başlıyor: Tam bir Dream Theater şaheseri. Kazadan sonra yaşanan komanın incelendiği bu bölümde, yavaş yavaş yedirilen çok güzel arpejler ve vokal melodileri bizleri mest ediyor. Hemen sonrasında da Petrucci - Rudess solo atışmaları ve union bölümler yer alıyor. Uzun bir süre boyunca, şarkıda tanıtılan rifflerin çeşitli varyasyonlarıyla enstrümantal bir şekilde devam ediyor, Portnoy DT hayatı boyunca ilk kez ayısal bir Blast Beat'i bizlere sunuyor. Son bir nakarattan sonra Mike Portnoy, son yıllarda sadece davul çalmaktan sıkıldığını bizlere tekrar hatırlatıyor ama ne hatırlatış. Böğürüyor kendisi malesef. Vokal kısmının sonunda "Roaaaaarrr!!!" diyor bir aslan misali. Şarkının en berbat anı. Daha sonra yine Portnoy'un kendi forumunda verdiği bilgilerle anlaşılıyor ki, Petrucci'nin ilk olarak yazdığı vokallerin, yumuşak olduğunu ve o kısımdaki rifflere uymadığını, daha sert bir şeyler gerektiğini, bu yüzden brutal vokali bile denemek istediğini söylüyor Petrucci'ye. Hatta Opeth'ten Mikael Akerfeldt'i bile çağırmayı düşünüyor, konuk sanatçı olarak. Ama daha sonra "Turda ne bok yiycez lan?" diye de düşünüyor ve vazgeçiyor bundan. Petrucci ise, bunun DT fanları için çok radikal bir adım olduğunu söylüyor ve biraz mırın kırın ediyor anlaşılan. Sonunda çeşitli mix denemelerinden sonra Portnoy'un ne brutal ne düz vokaliyle yaptığı son hâli kabul görüyor. Bahsettiğim mix varyasyonlarını aşağıdaki linklerden indirebilirsiniz:
Brutal Portnoy ve temiz çocuk James LabrieAlbüm hâli
Daha sonra 4:38'de başlayan güzel bölüm bu sefer Rudess'in Continuum'u eşliğinde tekrar ediliyor ve klâsik DTvâri "orkestral ağırlıkta kapanış"la grup yerini Rudess'in son gotik notalarına bırakıyor ve şarkı da yağmur ve şimşek efektleriyle kapanıyor.
Şarkının en mükemmel yeri hiç kuşkusuz sololar başlayana kadarki kısım. Gerçekten insanı sürüklüyor ve şarkının nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Ama sololardan sonra beni son albümlerde en çok rahatsız eden şey başlıyor ve DT'nin son yıllarda bir âdet, şarkı yapma rehberi hâline getirdiği ve Six Degrees Of Inner Turbulance'tan(6DOIT) beri bizlere sunduğu aşırılaştırılmış solo kısımları. Meselâ ilk Petrucci solosu gayet başarılı bir şekilde başlamasına rağmen sonunda yine sapıtıyor ve sadece müzikal masturbasyona gidiyor. Keza Rudess de öyle... Basçı John Myung şarkının gidişatı ile bir manyak tuşesi eşliğinde çılgınlar gibi çalan Portnoy arasında bağlantı kurucam diye kayboluyor garibim. Ancak vokalist James Labrie de arada derede müthiş bir performans sergiliyor ve gerçekten sesini kaybetme eşiğine geldiği '95 yılındaki gıda zehirlenmesinden beri ne kadar gelişme kaydettiğini gösteriyor. Şarkının alkış alanları Portnoy'un müthiş ritmleri ve Labrie'nin vokal performansı oluyor benim için.
Daha sonra, sözlerinde John Petrucci imzası taşıyan, son yıllarda pek bir moda olan gizli ve radikal tarikatları konu olan, albümün ilk single ve klibine sahip olan A Rite Of Passage geliyor. Oryantal bir bass girişiyle Myung bizi selamlıyor ve şarkının ilk kısmının gidişatı bu bass partisyonu üzerinden belirleniyor. Gidişat gayet oryantal yani. Daha sonra vokaller selamlıyor bizleri... Albümde ilk dinlediğim şarkıydı ve öyle bir vokal girmişti ki "Hadi lan DT mi bu?" dedirtmişti bana. Distortion'lı vokali kökledikleri ve Labrie de sesini oldukça kükrememsi(?) yaptığı için tanıyamamıştım neredeyse. İlk bölüm neredeyse susmak bilmeyen geri vokallerle, adeta bir koroymuşçasına devam ediyor ve çok akılda kalıcı bir nakarat tekrarlanarak şarkının 2. kısmına geliniyor. Yapı olarak Sacrificed Sons'a(Octavarium) çok benzeyen A Rite Of Passage'ın bu kısmında sert bir heavy metal riff'i bizleri karşılıyor ve coşturuyor ortalığı. Güzel ve yaratıcı bir Petrucci solosu kulaklarımızın pasını siliyor ve yerini Rudess alarak Home(SFAM) tonundaki(ama tadında değil) oynak solosunu icra ettikten sonra, deneysel bir mini-klavye bölümüyle, son albümlerde eksik olmayan vıjı vıjı tarzı sololarına bir yenisini ekliyor. Son bir nakarattan sonra şarkı tamamlanıyor. Dinleyene kadar çok iyi bir konser şarkı olduğunun farkında değildim fakat gerçekten coşturuyor da coşturuyor konserde. Ama buna, daha sonra yazacağım 4 Temmuz 2009 Dream Theater İstanbul Konseri'nde değinicem. ORADAYDIM!!! :P
Şarkıda takdirleri Myung yazdığı güzel riffle, Petrucci de yazdığı güzel solo ve 2. bölüm riffiyle alıyor. Portnoy daha çok şarkının stabil kalmasını sağlıyor bu şarkıda, ön plana çıkma derdi yok. Eleştiri ve negatif enerjimiz vıjı vıjıları yüzünden Rudess'e!
Sırada Wither. Phrasal verb şarkısı. "Let it out, turn it on, staring down, open up" gibi bir çok phrasal verb'le John Petrucci, sözlerinde, yaratıcılığın bazen nasıl çekilmez bir şey olabileceğini hatırlamış olacak ki, özellikle söz yazımında karşılaşılan sıkıntıların biz genç müzisyenleri delirtmemesi için bize öğütler veriyor. Adam belli ki söz yazamamış, tıkanmış ve bu şarkının konusunun da bu bunalımın olmasını istemiş. İyi bir düşünce. Güzel ve sade bir arpejle başlayan şarkı, ilerledikçe bu yapısını bozmuyor ve 2. Forsaken(Systematic Chaos) vakası olarak dinletiyor kendisini. Queen'in efsanevî gitaristi Brian May tarzı(hem armonik yapısı hem de -sağ ve sol kanalda da aynı sololu- kaydediliş şekliyle) bir soloyla şarkı son bir nakarata bağlanıyor ve "Let It Out" phrasal verb'iyle şarkı tamamlanıyor. Albümün 2. single'ı olması beklenen şarkıda takdir kimseye gidemiyor çünkü bir özelliği yok. Dinlenebilen bir şarkı tabii ki ama özel bir çaba yok. Tam bir grup şarkısı.
The Shattered Fortress... Tohumları Awake'ten The Mirror'la atılan, 6DOIT'teki The Glass Prison'dan itibaren yer alan 5 albümde birer şarkıyla temsil edilen ve Mike Portnoy'un alkolle mücadelesini anlatan, Alcoholics Anonymous(12 adım programı)'un son 3 halkası. Şarkı fade in bir riffle başlıyor, devam ediyor ve daha sonra anlıyoruz ki bu riff This Dying Soul'un türemişi. Ve şarkı boyunca bir potbori dinlemeye hazır olun çünkü şarkı müzikal olarak tamamen önceki şarkılardan, The Glass Prison(6DOIT), This Dying Soul(Train Of Thought), The Root Of All Evil(Octavarium)ve The Repentence(Systematic Chaos) alıntılardan oluşuyor ve The Glass Prison'ın ilk notalarıyla tamamlanıyor. Arada geçen 12:49'luk süre boyunca bazı hoş riff çeşitlemeleri olmasa herhangi bir DTsever bunu bir kes-yapıştır müzik programında rahatlıkla yazabilir ve söz yazması için Portnoy'a demosunu gönderebilirdi yaptığı bu çalışmanın. Konsept olmayan ama başlı başına bir konsept düşüncesi dahilinde(şarkılarıyla, içinde barındırdığı gizli bağlantılarla, şarkı içi çılgın bağlantılarıyla, sözleriyle) yapılmış Octavarium albümünden sonra Portnoy "Artık birbiriyle bağlantılı albümler, şarkılar yapmayı düşünmüyoruz. Bunun en üst noktasını Octavarium'da yaptık ve o evreyi tekrarlamak istemiyoruz." demişti ve açıkçası bu sözler, benim 12 Adım Programı'nın son halkası hakkındaki beklentilerimi çok yükseğe çıkarmıştı; yine alıntılar bekliyordum ama çok farklı bir şeyler olacağını düşünüyordum. En büyük korkum olan "bütün şarkılardan alıntı" düşüncesini ise "O kadar basite inmez yahu" diye reddediyordum ama karşımda bulduğum malesef tam tamına bu oldu. Bu yüzden şarkının bütün eksi puanları Portnoy'a, bana kurşunlar.
Albümün sondan 2. şarkısı The Best Of Times. Portnoy'un 4 Ocak 2009'da kaybettiği ve Dream Theater'ın da isim babası olan babası Howard Portnoy için yazdığı eser. Hatırlatmak gerek; bir uçak kazasında kaybettiği annesi için de A Change Of Seasons başyapıtını yazmıştı. Yapı olarak Systematic Chaos'taki The Ministry Of Lost Souls'a(tMoLS) çok benziyor. Özellikle sonlara doğru. Ondan farklı olarak giriş çok yumuşak ve akustik. Yumuşacık bir piyano partisyonunun üstüne ilk önce bir keman solo, daha sonrasında da Akdeniz sahillerinde naylon telli gitarını çalan Petrucci kulak pası silen, yumuşacık bir solo çalıyor. Aynı adam, daha sonra fade in'le öyle bir riff giriyor ki... Petrucci'nin albüm boyunca ulaştığı doruk noktası! Bu solomsu mükemmel, müthiş, harika riff devam ediyor, biraz çeşitlendiriliyor sahibi tarafından ve şarkı başlangıcındaki hüznün aksine gayet mutlu bir şekilde akmaya devam ediyor şarkı. Sözlerde babasıyla hoşça vakit geçiren bir çocuk, bu çocuğun büyürken babanın da bir rahatsızlığa kapıldığının(kanser) öğrenilmesi anlatılıyor ve kendi yolunda bir teşekkür ediyor babasına hayatına yaptığı katkıdan ötürü. Akılda kalıcı bir nakaratla şarkı bütün akıcılığı ve neşesiyle devam ediyor. Daha sonra şarkı başladığı hüzne, az önce bahsettiğim tMoLS yapısıyla, Rudess'in klavyesiyle dönüyor ve hüzün akıyor bu sefer de bir süre. Son bölümlerindeki "Thank you for that, thank you for this..." tarzındaki sözlerinin müzikle alakasızlığı hariç şarkıda rahatsız edici bulduğum bir şey olmadı, çok güzel ve yine tMoLS yapısında bir çıkış solosuyla Petrucci bu güzel şarkıyı sonlandırıyor. Alkışlar girişteki ve sondaki performansı yüzünden sonuna kadar Petrucci'ye. Son kısmındaki müzik - söz uyumsuzluğu hariç hiç bir eksik bana göre.
Ve son şarkı. Son 2 albümde eski fanlarının gönlünü tek bir şarkıyla(Octavarium ve In the Presence of Enemies) almayı başaran DT, bu albümde de bunu The Count Of Tuscany'le yapıyor. The Best of Times gibi akustik bir giriş ama daha belgeselsel(?), klasik yerine daha akustik bir arpej. Güzel bir Petrucci solosu bittikten sonra yeni bir arpej yavaş yavaş sertleşiyor. Oldukça uzun ve zevkli bir giriş ve çok tatlı bir kaç Petrucci - Rudess union bölümüne sahip. MetallicAvari sert bir riffe yelken açıyor şarkı daha sonra. Sözler başlıyor ve romansal bir yapıda olan sözler akıyor kulaklardan. Şarkının ortasına kadar bu sert yapı korunurken, bir önceki riffle alakasız olmasına rağmen müthiş akılda kalıcı bir nakarat, "I!!! Wanna be alive!!!" sözleriyle bizi karşılıyor ve daha ilk dinleyişte, tıpkı A Rite Of Passage'ın nakaratı gibi hemencecik aklımızda kalıyor. Daha sonra, DTvâri şarkı bitiriş yöntemlerinden biri olan ve temponun yavaş yavaş düşerek hisli bir Petrucci solosuyla şarkının sonlanması durumu başlıyor ama saatlerimize bakıyoruz... Daha dakika 10... Nasıl yani? N'ayır şarkı burada bitemez çünkü daha 9 dakika var şarkının bitimine ve DT hidden track yapmayı, yayınlamayı sevmez; seveni de sevmez(:P)... Bu şarkı bi şekilde tamamlanmalı derken bu güzel ortamı yavaşlatan Petrucci köprüsüyle bir anda kendimizi su altı belgeselinin hasında buluyoruz. Yanımızda mavi resiflerde yüzen kolum kadar koca koca balıklar, mercanlar, karşımızda elinde su geçirmez gitarı, ayağında volume ve delay pedallarıyla Petrucci ve fonda hisli ortam yaratan klavyesiyle ve ayrodinamik dazlak kafasıyla rahatça yüzebilen Rudess. Pink Floyd'un efsanevî gitaristi David Gilmour'dan ve Echoes(Meddle) yapısından fırlamış bir bölüm bizi bekliyor. Yaklaşık 3 dakika Petrucci sahne alıyor, alkışlarla sudan çıkıyor ve daha kurulanmadan şarkının başında kumsalda bıraktığı akustik gitarını yine eline alarak çok akılda kalıcı, nakaratsız bir bölümü icra etmeye başlıyor. O çalıyor, Labrie söylüyor, şu güzel Akdeniz Akşamı'nı renklendiriyorlar. Şarkının bence 4. bölümü (giriş, MetallicAvarî, su altı solo, sonuç) olan bu bölüm modumuzu iyice tatil moduna sokuyor ve "Nerde benim sırt çantam? Otostop çekerek Olympos'a gitmek istiyorum ibneler!" naralarıyla bu günlerde gitmekle pek bi meşgul olduğum yaz okuluna sövdürüyor. Şarkının olumlu tarafı bütün gruba, zira müzikal açıdan bence tek kelimeyle mükemmel bir şarkı. Olumsuz yanı ise... Dikkat ettiyseniz böyle bir tatil modundan bahsettiğimdir. Olumlu bir şey yani değil mi? Ama sözler o kadar alakasız ki o müzikten, bir kardeş var abisinin hikayesini , daha doğrusu abisinden esinlenerek oluşturulmuş bir karakterin hikayesini anlatan ama ne hikayesi bu hala çözebilmiş değilim ve az önce söz ettiğim o "olumlu" bölümlerde bir ağlama, yakınma havası mevcut. Yani kısacası en kötü özelliği şarkının malesef yine müzik - söz uyumsuzluğu... Şarkı, albüm boyunca yer alan en güzel "vooo vooooo voooooooo"larla son buluyor ve böylece albüm ve sahildeki martılar gaklaya gaklaya bizlere veda ediyor.
Albüm DT dinleyenlere yeni birşey getirmiyor. Beklentiler çok yüksek olmadığı takdirde bu beklentileri karşılayabilir de. Güzel sololar, hızlı ve aksak davul ritmleri, bir çok virtüözlük numarası. Ancak bunun yanında bir çok soru işareti getiriyor ki benim için 2 tane var:
1. Son iki albümdür ciddi şekilde yaşanan söz - müzik uyumsuzluğu, Petrucci'nin sıkıştığı yerde hemen sıkış bir hikaye uydurmaya çalışarak science - fiction yazarlığına soyunmaya çalışması. Bırak o işi Spielberg yapsın arkadaşım. Otur Lost izle sen, kas çalış falan, iyice şişir kendini.
2. Rifflerin birbiriyle alakasızlığı. Sanki stüdyoya giriyorlar, ilk aklına gelen riffleri birbirine yapıştırıyor gibiler. BC&SL'de gidişat olarak rahatsız etmeyen, korkutmayan tek şarkı Wither, o da 5:25'lik bir süreye sahip olduğu için zaten.
Vokalist James Labrie son 5 albümdeki en iyi performansını bence bu albümde sergilemiş. Müthiş bir iş çıkarmış bence ve benden kocaman bir 10/10'u hak etti. Ayakta alkışlıyorum!
John Petrucci. Şarkılara olan etkisinin büyüklüğünü(kendisi bütün albümlerin prodüktörlüğü Portnoy'la ortak yapar) göz önüne alarak onun gibi müthiş bir gitaristten her zaman bu riffler arası bağlantı sorununu çözecek çözümler bekliyorum. Systematic Chaos'ta yaptığı şeyler oldukça güzeldi ama bu albümde... Bu konuda sınıfta kalıyor. Ama gelin görün ki tam sınıfta bırakıyorum adamı, öyle bir solo veya riffle geliyor ki "Lan it... Gayet uslu olan kız arkadaşım seni görünce bi' hoş oluyo zaten... Daha ne istiyosun benden? Otur yerine 5/10!" dedirtiyor bana.
Mike Portnoy'un da şarkılara olan etkisinin çok büyük olduğunu bildiğimden notunu kırıyor, sırf A Nightmare To Remember'daki müthiş ritmleri ve Petrucci'ye olan inadımdan notumu 6/10 veriyorum. A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany hariç fazla öne çıkma girişimi yok kendisinin.
Başın sağolsun bir de.
John Myung... Garibim. Duyulmuyor bile albümlerde doğru düzgün bassı. Bu konuya kaç albümdür müdahale etmediği için onun da notunu kırıyor ve saygımdan ötürü 7/10 olarak yazıyorum defterime.
Jordan Rudess ise en düşük notu alıyor benden. Konserde silah sokmadılar içeri yoksa o Continuum'unun fişini koparacaktım tek bir kurşunla. O yetmezmiş gibi bi de mini-klavye çıkardı başımıza şimdi de. Vıjı vıjı deneysel bir şeylere girişmese olmaz. Deneye deneye bi hâl oldu. 3/10!
Prodüksiyon tonlar açısından oldukça başarılı. Yani elemanların bireysel teknisyenleri çok iyi işler çıkarmış yine. Mix mükemmel. Kayıt olarak kulağımı bazen rahatsız eden tek sorun Portnoy'un kick tuşelerinin tak tak beyin sömürecek seviyeye geliyor olması ama bu sorun son yıllarda çıkan çoğu metal müzik albümünün ortak sorunu. Hatta bir ismi bile var artık: Overproduction. 8/10
Albüm kapağı ve artworkler bir DT klâsiği artık: Harika! 10/10!
Albüm genel olarak benden 5/10 alırdı ama sırf A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany'nin hatrına 6/10'a yükseltiyorum notumu. Progressive metalden zevk alıyor, uzun şarkılar dinlemek sizi rahatsız etmiyorsa mutlaka dinleyin, bir Dream Theater fanıysanız yine dinleyin tabii ki ama asla beklentinizi çok yüksek tutmayın.
Üzülüyorsunuz sonra :)
Şarkının en mükemmel yeri hiç kuşkusuz sololar başlayana kadarki kısım. Gerçekten insanı sürüklüyor ve şarkının nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Ama sololardan sonra beni son albümlerde en çok rahatsız eden şey başlıyor ve DT'nin son yıllarda bir âdet, şarkı yapma rehberi hâline getirdiği ve Six Degrees Of Inner Turbulance'tan(6DOIT) beri bizlere sunduğu aşırılaştırılmış solo kısımları. Meselâ ilk Petrucci solosu gayet başarılı bir şekilde başlamasına rağmen sonunda yine sapıtıyor ve sadece müzikal masturbasyona gidiyor. Keza Rudess de öyle... Basçı John Myung şarkının gidişatı ile bir manyak tuşesi eşliğinde çılgınlar gibi çalan Portnoy arasında bağlantı kurucam diye kayboluyor garibim. Ancak vokalist James Labrie de arada derede müthiş bir performans sergiliyor ve gerçekten sesini kaybetme eşiğine geldiği '95 yılındaki gıda zehirlenmesinden beri ne kadar gelişme kaydettiğini gösteriyor. Şarkının alkış alanları Portnoy'un müthiş ritmleri ve Labrie'nin vokal performansı oluyor benim için.
Daha sonra, sözlerinde John Petrucci imzası taşıyan, son yıllarda pek bir moda olan gizli ve radikal tarikatları konu olan, albümün ilk single ve klibine sahip olan A Rite Of Passage geliyor. Oryantal bir bass girişiyle Myung bizi selamlıyor ve şarkının ilk kısmının gidişatı bu bass partisyonu üzerinden belirleniyor. Gidişat gayet oryantal yani. Daha sonra vokaller selamlıyor bizleri... Albümde ilk dinlediğim şarkıydı ve öyle bir vokal girmişti ki "Hadi lan DT mi bu?" dedirtmişti bana. Distortion'lı vokali kökledikleri ve Labrie de sesini oldukça kükrememsi(?) yaptığı için tanıyamamıştım neredeyse. İlk bölüm neredeyse susmak bilmeyen geri vokallerle, adeta bir koroymuşçasına devam ediyor ve çok akılda kalıcı bir nakarat tekrarlanarak şarkının 2. kısmına geliniyor. Yapı olarak Sacrificed Sons'a(Octavarium) çok benzeyen A Rite Of Passage'ın bu kısmında sert bir heavy metal riff'i bizleri karşılıyor ve coşturuyor ortalığı. Güzel ve yaratıcı bir Petrucci solosu kulaklarımızın pasını siliyor ve yerini Rudess alarak Home(SFAM) tonundaki(ama tadında değil) oynak solosunu icra ettikten sonra, deneysel bir mini-klavye bölümüyle, son albümlerde eksik olmayan vıjı vıjı tarzı sololarına bir yenisini ekliyor. Son bir nakarattan sonra şarkı tamamlanıyor. Dinleyene kadar çok iyi bir konser şarkı olduğunun farkında değildim fakat gerçekten coşturuyor da coşturuyor konserde. Ama buna, daha sonra yazacağım 4 Temmuz 2009 Dream Theater İstanbul Konseri'nde değinicem. ORADAYDIM!!! :P
Şarkıda takdirleri Myung yazdığı güzel riffle, Petrucci de yazdığı güzel solo ve 2. bölüm riffiyle alıyor. Portnoy daha çok şarkının stabil kalmasını sağlıyor bu şarkıda, ön plana çıkma derdi yok. Eleştiri ve negatif enerjimiz vıjı vıjıları yüzünden Rudess'e!
Sırada Wither. Phrasal verb şarkısı. "Let it out, turn it on, staring down, open up" gibi bir çok phrasal verb'le John Petrucci, sözlerinde, yaratıcılığın bazen nasıl çekilmez bir şey olabileceğini hatırlamış olacak ki, özellikle söz yazımında karşılaşılan sıkıntıların biz genç müzisyenleri delirtmemesi için bize öğütler veriyor. Adam belli ki söz yazamamış, tıkanmış ve bu şarkının konusunun da bu bunalımın olmasını istemiş. İyi bir düşünce. Güzel ve sade bir arpejle başlayan şarkı, ilerledikçe bu yapısını bozmuyor ve 2. Forsaken(Systematic Chaos) vakası olarak dinletiyor kendisini. Queen'in efsanevî gitaristi Brian May tarzı(hem armonik yapısı hem de -sağ ve sol kanalda da aynı sololu- kaydediliş şekliyle) bir soloyla şarkı son bir nakarata bağlanıyor ve "Let It Out" phrasal verb'iyle şarkı tamamlanıyor. Albümün 2. single'ı olması beklenen şarkıda takdir kimseye gidemiyor çünkü bir özelliği yok. Dinlenebilen bir şarkı tabii ki ama özel bir çaba yok. Tam bir grup şarkısı.
The Shattered Fortress... Tohumları Awake'ten The Mirror'la atılan, 6DOIT'teki The Glass Prison'dan itibaren yer alan 5 albümde birer şarkıyla temsil edilen ve Mike Portnoy'un alkolle mücadelesini anlatan, Alcoholics Anonymous(12 adım programı)'un son 3 halkası. Şarkı fade in bir riffle başlıyor, devam ediyor ve daha sonra anlıyoruz ki bu riff This Dying Soul'un türemişi. Ve şarkı boyunca bir potbori dinlemeye hazır olun çünkü şarkı müzikal olarak tamamen önceki şarkılardan, The Glass Prison(6DOIT), This Dying Soul(Train Of Thought), The Root Of All Evil(Octavarium)ve The Repentence(Systematic Chaos) alıntılardan oluşuyor ve The Glass Prison'ın ilk notalarıyla tamamlanıyor. Arada geçen 12:49'luk süre boyunca bazı hoş riff çeşitlemeleri olmasa herhangi bir DTsever bunu bir kes-yapıştır müzik programında rahatlıkla yazabilir ve söz yazması için Portnoy'a demosunu gönderebilirdi yaptığı bu çalışmanın. Konsept olmayan ama başlı başına bir konsept düşüncesi dahilinde(şarkılarıyla, içinde barındırdığı gizli bağlantılarla, şarkı içi çılgın bağlantılarıyla, sözleriyle) yapılmış Octavarium albümünden sonra Portnoy "Artık birbiriyle bağlantılı albümler, şarkılar yapmayı düşünmüyoruz. Bunun en üst noktasını Octavarium'da yaptık ve o evreyi tekrarlamak istemiyoruz." demişti ve açıkçası bu sözler, benim 12 Adım Programı'nın son halkası hakkındaki beklentilerimi çok yükseğe çıkarmıştı; yine alıntılar bekliyordum ama çok farklı bir şeyler olacağını düşünüyordum. En büyük korkum olan "bütün şarkılardan alıntı" düşüncesini ise "O kadar basite inmez yahu" diye reddediyordum ama karşımda bulduğum malesef tam tamına bu oldu. Bu yüzden şarkının bütün eksi puanları Portnoy'a, bana kurşunlar.
Albümün sondan 2. şarkısı The Best Of Times. Portnoy'un 4 Ocak 2009'da kaybettiği ve Dream Theater'ın da isim babası olan babası Howard Portnoy için yazdığı eser. Hatırlatmak gerek; bir uçak kazasında kaybettiği annesi için de A Change Of Seasons başyapıtını yazmıştı. Yapı olarak Systematic Chaos'taki The Ministry Of Lost Souls'a(tMoLS) çok benziyor. Özellikle sonlara doğru. Ondan farklı olarak giriş çok yumuşak ve akustik. Yumuşacık bir piyano partisyonunun üstüne ilk önce bir keman solo, daha sonrasında da Akdeniz sahillerinde naylon telli gitarını çalan Petrucci kulak pası silen, yumuşacık bir solo çalıyor. Aynı adam, daha sonra fade in'le öyle bir riff giriyor ki... Petrucci'nin albüm boyunca ulaştığı doruk noktası! Bu solomsu mükemmel, müthiş, harika riff devam ediyor, biraz çeşitlendiriliyor sahibi tarafından ve şarkı başlangıcındaki hüznün aksine gayet mutlu bir şekilde akmaya devam ediyor şarkı. Sözlerde babasıyla hoşça vakit geçiren bir çocuk, bu çocuğun büyürken babanın da bir rahatsızlığa kapıldığının(kanser) öğrenilmesi anlatılıyor ve kendi yolunda bir teşekkür ediyor babasına hayatına yaptığı katkıdan ötürü. Akılda kalıcı bir nakaratla şarkı bütün akıcılığı ve neşesiyle devam ediyor. Daha sonra şarkı başladığı hüzne, az önce bahsettiğim tMoLS yapısıyla, Rudess'in klavyesiyle dönüyor ve hüzün akıyor bu sefer de bir süre. Son bölümlerindeki "Thank you for that, thank you for this..." tarzındaki sözlerinin müzikle alakasızlığı hariç şarkıda rahatsız edici bulduğum bir şey olmadı, çok güzel ve yine tMoLS yapısında bir çıkış solosuyla Petrucci bu güzel şarkıyı sonlandırıyor. Alkışlar girişteki ve sondaki performansı yüzünden sonuna kadar Petrucci'ye. Son kısmındaki müzik - söz uyumsuzluğu hariç hiç bir eksik bana göre.
Ve son şarkı. Son 2 albümde eski fanlarının gönlünü tek bir şarkıyla(Octavarium ve In the Presence of Enemies) almayı başaran DT, bu albümde de bunu The Count Of Tuscany'le yapıyor. The Best of Times gibi akustik bir giriş ama daha belgeselsel(?), klasik yerine daha akustik bir arpej. Güzel bir Petrucci solosu bittikten sonra yeni bir arpej yavaş yavaş sertleşiyor. Oldukça uzun ve zevkli bir giriş ve çok tatlı bir kaç Petrucci - Rudess union bölümüne sahip. MetallicAvari sert bir riffe yelken açıyor şarkı daha sonra. Sözler başlıyor ve romansal bir yapıda olan sözler akıyor kulaklardan. Şarkının ortasına kadar bu sert yapı korunurken, bir önceki riffle alakasız olmasına rağmen müthiş akılda kalıcı bir nakarat, "I!!! Wanna be alive!!!" sözleriyle bizi karşılıyor ve daha ilk dinleyişte, tıpkı A Rite Of Passage'ın nakaratı gibi hemencecik aklımızda kalıyor. Daha sonra, DTvâri şarkı bitiriş yöntemlerinden biri olan ve temponun yavaş yavaş düşerek hisli bir Petrucci solosuyla şarkının sonlanması durumu başlıyor ama saatlerimize bakıyoruz... Daha dakika 10... Nasıl yani? N'ayır şarkı burada bitemez çünkü daha 9 dakika var şarkının bitimine ve DT hidden track yapmayı, yayınlamayı sevmez; seveni de sevmez(:P)... Bu şarkı bi şekilde tamamlanmalı derken bu güzel ortamı yavaşlatan Petrucci köprüsüyle bir anda kendimizi su altı belgeselinin hasında buluyoruz. Yanımızda mavi resiflerde yüzen kolum kadar koca koca balıklar, mercanlar, karşımızda elinde su geçirmez gitarı, ayağında volume ve delay pedallarıyla Petrucci ve fonda hisli ortam yaratan klavyesiyle ve ayrodinamik dazlak kafasıyla rahatça yüzebilen Rudess. Pink Floyd'un efsanevî gitaristi David Gilmour'dan ve Echoes(Meddle) yapısından fırlamış bir bölüm bizi bekliyor. Yaklaşık 3 dakika Petrucci sahne alıyor, alkışlarla sudan çıkıyor ve daha kurulanmadan şarkının başında kumsalda bıraktığı akustik gitarını yine eline alarak çok akılda kalıcı, nakaratsız bir bölümü icra etmeye başlıyor. O çalıyor, Labrie söylüyor, şu güzel Akdeniz Akşamı'nı renklendiriyorlar. Şarkının bence 4. bölümü (giriş, MetallicAvarî, su altı solo, sonuç) olan bu bölüm modumuzu iyice tatil moduna sokuyor ve "Nerde benim sırt çantam? Otostop çekerek Olympos'a gitmek istiyorum ibneler!" naralarıyla bu günlerde gitmekle pek bi meşgul olduğum yaz okuluna sövdürüyor. Şarkının olumlu tarafı bütün gruba, zira müzikal açıdan bence tek kelimeyle mükemmel bir şarkı. Olumsuz yanı ise... Dikkat ettiyseniz böyle bir tatil modundan bahsettiğimdir. Olumlu bir şey yani değil mi? Ama sözler o kadar alakasız ki o müzikten, bir kardeş var abisinin hikayesini , daha doğrusu abisinden esinlenerek oluşturulmuş bir karakterin hikayesini anlatan ama ne hikayesi bu hala çözebilmiş değilim ve az önce söz ettiğim o "olumlu" bölümlerde bir ağlama, yakınma havası mevcut. Yani kısacası en kötü özelliği şarkının malesef yine müzik - söz uyumsuzluğu... Şarkı, albüm boyunca yer alan en güzel "vooo vooooo voooooooo"larla son buluyor ve böylece albüm ve sahildeki martılar gaklaya gaklaya bizlere veda ediyor.
Albüm DT dinleyenlere yeni birşey getirmiyor. Beklentiler çok yüksek olmadığı takdirde bu beklentileri karşılayabilir de. Güzel sololar, hızlı ve aksak davul ritmleri, bir çok virtüözlük numarası. Ancak bunun yanında bir çok soru işareti getiriyor ki benim için 2 tane var:
1. Son iki albümdür ciddi şekilde yaşanan söz - müzik uyumsuzluğu, Petrucci'nin sıkıştığı yerde hemen sıkış bir hikaye uydurmaya çalışarak science - fiction yazarlığına soyunmaya çalışması. Bırak o işi Spielberg yapsın arkadaşım. Otur Lost izle sen, kas çalış falan, iyice şişir kendini.
2. Rifflerin birbiriyle alakasızlığı. Sanki stüdyoya giriyorlar, ilk aklına gelen riffleri birbirine yapıştırıyor gibiler. BC&SL'de gidişat olarak rahatsız etmeyen, korkutmayan tek şarkı Wither, o da 5:25'lik bir süreye sahip olduğu için zaten.
Vokalist James Labrie son 5 albümdeki en iyi performansını bence bu albümde sergilemiş. Müthiş bir iş çıkarmış bence ve benden kocaman bir 10/10'u hak etti. Ayakta alkışlıyorum!
John Petrucci. Şarkılara olan etkisinin büyüklüğünü(kendisi bütün albümlerin prodüktörlüğü Portnoy'la ortak yapar) göz önüne alarak onun gibi müthiş bir gitaristten her zaman bu riffler arası bağlantı sorununu çözecek çözümler bekliyorum. Systematic Chaos'ta yaptığı şeyler oldukça güzeldi ama bu albümde... Bu konuda sınıfta kalıyor. Ama gelin görün ki tam sınıfta bırakıyorum adamı, öyle bir solo veya riffle geliyor ki "Lan it... Gayet uslu olan kız arkadaşım seni görünce bi' hoş oluyo zaten... Daha ne istiyosun benden? Otur yerine 5/10!" dedirtiyor bana.
Mike Portnoy'un da şarkılara olan etkisinin çok büyük olduğunu bildiğimden notunu kırıyor, sırf A Nightmare To Remember'daki müthiş ritmleri ve Petrucci'ye olan inadımdan notumu 6/10 veriyorum. A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany hariç fazla öne çıkma girişimi yok kendisinin.
Başın sağolsun bir de.
John Myung... Garibim. Duyulmuyor bile albümlerde doğru düzgün bassı. Bu konuya kaç albümdür müdahale etmediği için onun da notunu kırıyor ve saygımdan ötürü 7/10 olarak yazıyorum defterime.
Jordan Rudess ise en düşük notu alıyor benden. Konserde silah sokmadılar içeri yoksa o Continuum'unun fişini koparacaktım tek bir kurşunla. O yetmezmiş gibi bi de mini-klavye çıkardı başımıza şimdi de. Vıjı vıjı deneysel bir şeylere girişmese olmaz. Deneye deneye bi hâl oldu. 3/10!
Prodüksiyon tonlar açısından oldukça başarılı. Yani elemanların bireysel teknisyenleri çok iyi işler çıkarmış yine. Mix mükemmel. Kayıt olarak kulağımı bazen rahatsız eden tek sorun Portnoy'un kick tuşelerinin tak tak beyin sömürecek seviyeye geliyor olması ama bu sorun son yıllarda çıkan çoğu metal müzik albümünün ortak sorunu. Hatta bir ismi bile var artık: Overproduction. 8/10
Albüm kapağı ve artworkler bir DT klâsiği artık: Harika! 10/10!
Albüm genel olarak benden 5/10 alırdı ama sırf A Nightmare To Remember ve The Count Of Tuscany'nin hatrına 6/10'a yükseltiyorum notumu. Progressive metalden zevk alıyor, uzun şarkılar dinlemek sizi rahatsız etmiyorsa mutlaka dinleyin, bir Dream Theater fanıysanız yine dinleyin tabii ki ama asla beklentinizi çok yüksek tutmayın.
Üzülüyorsunuz sonra :)
21 Temmuz 2009 Salı
la roux
bende daha yeni tanisiyorum la roux ile.. bir kac arastirma yaptim daha yeni yeni parlayan bir grup.. aslinda tek bir kisi gibi gorunebilir ama solist kizimiz disinda birde arka plandaki kahraman bir abimiz var.. basarili kadinin arkasinda bir erkek var bu sefer.. la roux ingiliz cikisli ve elektronik muzik yapan bir grup.. solist elly jackson henuz 20 yasinda ve la roux'un diger gruplardan ayrilmasindaki en buyuk etken bana gore.. bunu az da olsa dinleyerek hemen farkettiriyor..
ilk cikislarini 4 sarkilik single ve self titled ile yapmislar ve dinledigim kadariyla 4 sarkida ilac niteliginde.. bu da farkedilmis olucakki la roux temmuz ayi basinda yine kendi adini tasiyan albumle ilk ciddi sinavina cikti.. albumu %100 dinleyemedim ama baslangic icin in for the kill ve bulletproof akilda kalici sarkilar.. albumde bir diger dikkatimi ceken ise sarkilarin birbirini tekrar niteliginde olmamasi..bir kac video izledikten sonrada elly jackson in sadece sesiyle degil, hareket ve mimikleriylede sira disi bir kisilik oldugunu goruyoruz.. diger yandan 20 yasinda oldugunu ogrenince ''aa gencmis'' tepkisini vermistim cogu insan gibi.. ama gelin gorun ki en fazla 17 gosteriyor bana gore..
kendi tarzinin hakkini verip birazda sira disilik katarak heyecan veren bir grup diyerek sonuca bagliyorum la roux u..
Track list
- In For The Kill
- Tigerlily
- Quicksand
- Bulletproof
- Colourless Colour
- Im Not Your Toy
- Cover My Eyes
- As If By Magic
- Fascination
- Reflections Are Protections
- Armour Love
- Growing Pains (UK Bonus Track)
Eti Kekler:
demiycem,
pastel zarlar
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Rock'n Coke 2009
Bu yılın başından belliydi böyle olacağı. Birbirinden sağlam çıkmış ve çıkacak albümler 2009'u efsane bir yıl olarak hatırlamamıza yetebilir miydi bilemem ama şu Rock'n Coke'lu 2009 aklımda yer edecek bir sene olma özel ödülünü kazandı. Korn konserine gitmediğim için onunla karşılaştıramayacağım fakat özellikle son Linkin Park konseriyle de muhtemelen Türkiye'nin en kalabalık konserine imza atıldı 2009'un 19 Temmuz'unda.
Kendi hikayeme Pazar gününden başlayacak olmam benim tembelliğim değil tamamen kendi seçimim. Cumartesi gününü çok fazla Türk grupla doldurmuş Coke'cular, Prodigy dışında ilgimi çeken bütün gruplar da Pazar gününe yazılınca 'fazladan bir günlük eziyet yapma kendine' dedim. Hoş Cumartesi günü öğle saatlerinde İstanbul'daydım, ama gölgede gezip tozmak festivalde tek günde kıpkırmızı olan suratımı olası bir faciadan kurtardı.
Pazar günü konserler başlamadan bi saat önce konser alanına daldım. Standları dolaşıp çadırda çalan kötü kız grubunu kestim. Bu sene standların flash ismi Vodafone'du. Herkesin arkadaşlarıyla çıkıp müzik yapmalarına izin veren Vodafone'cular Muse'un festivale gelmeyişini kapatmış oldular, çıkan 2 gruptan biri ya Micheal Jackson ya da Muse çaldı. Ard arda Bliss, Plug In Baby, Time Is Running Out duydum ki artık olayı kanıksamış olduğumdan gidip izleyesim bile gelmedi. Gençler sizi bar ortamlarında görmek isteriz dedim içimden.
Günün ana sahnede ilk konseri D2 idi. Bu grubu ilk defa duydum fakat sahneleri oldukça etkileyiciydi. Sıcakta beynim ezilmesin diye uzaktan kestim performansı, seyirciyle iletişim başta olmak üzere çok iyi bir saat geçti ana sahnede. (Bu sene cola ve biranın tadı güneşten midir bilmem daha güzel geldi sanki neyse.) Daha serin olan çadırda Fuat'ı izlemek bir süre sonra farz oldu, Fuat 50 Cent'ten başlayıp herkese şöyle bir dokundurdu. İçimdeki rocker akşamı bekliyor olmasaydı yo, yo diye dalacaktım ortama ki ana sahneden Cold War Kids sesleri geldi, koşar adım uzaklaştım. Cold War Kids'in 'anavatanımızdan uzakta ilk kez çalıyoruz, çok keyifliyiz, teşekkür ederiz' tipinde açıklamaları dışında Hang Me Up To Dry ve We Used To Vacation'da benim de dahil olduğum 10-15 kişilik gruba bakıp eşlik ettiğimiz için teşekkür etmesi hoştu. Gündüz sahnesi için güzel tercihti, buradan organizatörleri kutlamak lazım. Konser sonrası gelen arkadaşlarla geyik, yemek, içmek derken uzaktan Manga & Cartel'in coşkusuna az da olsa eşlik ettik ama bir RnC klasiği Hayko Cepkin'i pas geçtik. Manga & Cartel sahnesinde ekranlardan sözlerin büyük fontlarla yazılmasında Show Tv yöneticilerinin parmağı olduğunu düşünmedim değil. Seyirci zaten genel olarak sözleri biliyordu, ne de olsa efsane Cartel var sahnede, gereksizdi. Saatler 19:00 gibiyken konuşmayı tercih eden arkadaşlarımı Razorlight heyecanıyla terk eyledim. Johnny Borrell ve arkadaşları çok iyi bir performans verdiler; seyirciyle iletişim kurmaz, burnu büyük denilen Johnny aşağı indi hepimize bir gülümsedi kaçtı. Setlistlerinde fazladan beklediğim Who Needs Love, I Can't Stop This Feeling I've Got ve LA Waltz gelmedi ama tatmin olmadığımı söylersem yalan söylemiş olurum. Bu 3 şarkının yerini son turnelerinde yeni albümden 2-3 şarkı almış ki yeterince anlaşılabilir bir sebep. Yeni şarkıların en iyilerinden Wire To Wire sahnenin zirvesiydi, Johnny yere yattı, önce kibritlerini sonra da yürekleri yaktı. Wire To Wire'dan sonra 2-3 şarkı daha çaldılar ama beklemedim, America ve Hostage of Love uzaktan çok bayık görünüyordu, Coca Cola tobunun içinde de Pamela vardı ve kaçmazdı ! Pamela'yı gündüz vakti soundchecklerinde izlemiştim ama akşamki gösteri gündüzden çok daha iyiydi. Fuat ve Janelle Monae eşlik ettiler, sahnenin ışıkları yandı ve göz alıcı bir şey çıktı ortaya.
Buraya kadar herşey çok normal ve 5 üzerinden 3.5tan 4lük seyretti. Arkadaşların Linkin Park için Kaiser'de biraz ilerleyelim telkinleriyle daldık kalabalığın içine. Kaiser Chiefs'ten beklentim orta derece bir performans göstermeleriydi ama hiç de öyle olmadı. Müge'yle toplamda çalınan 11-12 şarkıdan sadece 1-2 tanesini bilmiyorduk ve çok çok çok fazla eğlendik. Bu konserden çıkardığım çok ders var paylaşalım: 1) Kaiser Chiefs zaten Güney Afrika'dan bir futbol takımının ismini almış bir grup, biliyoruz ki futbola ilgileri var ve tahminim gelmeden bir Türk takımının maçına gitmişler. Ricky sürekli sahnenin önüne gelip 3lü çektirmeye çalıştı ama bizim dangalak seyircimiz son ana kadar anlamadı. 2) Demek ki neymiş Türk rock müziği seyircisi stada maç izlemeye gitmiyormuş. 3) Yine Türk rock müziği seyircisi Hey Hey yapmaya bayılıyor. Şöyle anlatayım: Sahnedeki adam heeeeey diyor seyirci aynı melodiyle karşılık veriyor. Bizim seyircimizin katılımı ancak böyle olup sahnedeki adam el çırpma temposunu göstermeden ellerini yormak istemiyorlar genelde. 4) Kaiser Chiefs beklediğimden iyi performanslı bir grup çıktı. Thank You Very Much'ı çok bekledim, bir tek o hayalkırıklığı oldu ama Müge'yle Love Is Not A Competition But I'm Winning'in ilk notalarını duyunca çocuğumuz olmuş gibi sevindik. Linkin Park'a ayrı bir paragraf gerekiyor fakat günün ana yemeğinden önce Razorlight ve Kaiser Chiefs'e İngiliz havasını İstanbul Park'a getirdikleri için çok teşekkür etmemiz gerekiyor. Teşekkürler çocuklar.
Kaiser indikten sonra nefes alanı iyiden iyiye daraldı. Zaten ön bariyerin önündeki 3 sıralık Linkin Park fanboyları öne geçmeye izin vermiyordu, arkadakiler de yüklenince çıkalım uzaktan izleyelim dedik ama yine dayanamadık. Sahne arkasına götürülmek üzere konserden önce arkadaşımızın titizlikle hazırladığı Türk bayrağı konser başlarken sahnedeydi, sevindirik olduk. Chester da kırmızı tişörtle çıkınca çok kan gövdeyi götürecek bu geceyi dedik, o da 2 şarkı sonra fırlattı attı tişörtü. Linkin Park Underground üyesi arkadaşlarımızdan öğrendiğimize göre grubun Türkiye'yi bu kadar atlamasının nedeni burada albüm satılmamasıymış, onlar da burada bu kadar dinlendiklerinin farkında değillermiş. Türk seyircisi ise debut konserlerinde Linkin Park'a adeta rock tanrıları gibi davranarak biraz olsun utandırmıştır onları. Bugüne kadar gittiğim konserlerin hepsinden kalabalıktı, işin garibi normal bir Teoman konserinde eşlik edilme yüzdesi bu konserin altında kalır, çok eminim. Bise kadar Linkin Park izliyoruz oha diye bakıyorduk sahneye ve eşlik ediyorduk ki biste gelen Faint, One Step Closer'la dağıldık, dağıttık. Bizim gruptan bir arkadaş pogo başlattı ve sahnenin sağ tarafında 1-2 dakika sağlam pogo yaptık, ezilenler oldu, içimizden ölenler oldu :P ama herşeyiyle değdi diyebileceğimiz 1.5 saate yakın zaman geçirdik. O yorgunlukla da aslında izlemeyi çok istediğim Santogold'a gücümü yetmeyeceğine karar verip bu muhteşem güne son koydum. Başka zaman Santi! Teşekkürler Cola.
Fotoğraflar by Elif Coşkun. İzinsiz kullanılamaz.
İzin için: elifcosk@gmail.com
Eti Kekler:
linkin park
14 Temmuz 2009 Salı
Beirut - Live At The Music Hall Of Williamsburg
Amerikalı Zack Condon'un Balkan esintili grubudur Beirut.Dinledikçe insanı huzur kaplar,ağızda da hafif bir tebessüm oluşabilir.Kendisinin bir konser kaydı çıkmış.Canlı canlı daha da güzel oluyor.
Live At The Music Hall Of Williamsburg
01-East Harlem
02-The Shrew
03-The Concubine
04-Mimizan
05-La Javanaise
06-The Akara
07-Cozak
08-My Night With The Prostitute From Marseille
09-Gulag Orkestra
10-Forks and Knives (La Fete)
11-Brazil
Link
Eti Kekler:
Beirut
1 Temmuz 2009 Çarşamba
Bu ay ne dinleyelim?
Evin yolunun günlerce unutulabildiği şu günlerde müzikten kopamayanlar için bi liste yapayım dedim. Eski şeyleri tekrar tekrar döndürüyoruz tabi ama şöyle bi bakalım neler geliyur.
Moby'nin Wait For Me'si hakkında Berrak uzun uzadıya yazmıştı altta ki bu ayın en mühim albümü olarak gösterilen, aylardır beklenen bir albümdü bu. Moby gibi yaz adamının albümü şimdi dinlenmez de ne zaman dinlenir?
Rob Thomas'ın Cradlesong'u hakkında bişeyler karalamayı da ben planlıyorum şimdiden. Matchbox 20'nin yakışıklısı kendi yolunda ilerlerken 2009'a bir iz bırakıyor Temmuz başında.
Stellastarr* adlı güzide post rock grubumuzun yeni stüdyo albümü için 7 Temmuz'u beklemeniz gerekmiyor, biraz deşerseniz linkini bulursunuz. Albümün adı Civilized.
Grubuna isim koymakta sıkıntı çekmeyen Chris Daughtry'nin soyadıyla aynı adı taşıyan grubunun yeni albümü Leave This Town da yolda. It's Not Over gibi güzel mainstream Amerikan rock şarkılarından yenilerini bekliyoruz.
Metal dinleyicisi için önemli günlerden biri 14 Temmuz. Niçin derseniz, Judas Priest'ın A Touch Of Evil: Live adlı konser albümü piyasada olacak.
21 Temmuz hareketli bir gün olacak zira Sugar Ray, Tantric ve Magnolia Electric Co. sırasıyla Music For Cougars, Mind Control ve Josephine albümleriyle boy gösterecekler.
Bu ayın son albümü ise Rock'n Coke kadrosuna sonradan eklenen Howling Bells'den gelecek. Biz konserden sonra albümü edineceğiz, eşlik etmemizi beklemesinler, det. İsmi Radio War. Bu arada baktım da bu 3. eleştirili albüm ismi.
Bu ayın yenilikleri böyle. Ağustos yanaşırken Cobra Starship, Third Eye Blind, Sister Hazel, Lil Wayne, Mariah Carey, Dolores O'Riordan, Matisyahu ve ve veeee Arctic Monkeys albümleri de yanaşıyor. Eylül'de yılın albümü Muse'den gelecek, az sabredin.
Moby'nin Wait For Me'si hakkında Berrak uzun uzadıya yazmıştı altta ki bu ayın en mühim albümü olarak gösterilen, aylardır beklenen bir albümdü bu. Moby gibi yaz adamının albümü şimdi dinlenmez de ne zaman dinlenir?
Rob Thomas'ın Cradlesong'u hakkında bişeyler karalamayı da ben planlıyorum şimdiden. Matchbox 20'nin yakışıklısı kendi yolunda ilerlerken 2009'a bir iz bırakıyor Temmuz başında.
Stellastarr* adlı güzide post rock grubumuzun yeni stüdyo albümü için 7 Temmuz'u beklemeniz gerekmiyor, biraz deşerseniz linkini bulursunuz. Albümün adı Civilized.
Grubuna isim koymakta sıkıntı çekmeyen Chris Daughtry'nin soyadıyla aynı adı taşıyan grubunun yeni albümü Leave This Town da yolda. It's Not Over gibi güzel mainstream Amerikan rock şarkılarından yenilerini bekliyoruz.
Metal dinleyicisi için önemli günlerden biri 14 Temmuz. Niçin derseniz, Judas Priest'ın A Touch Of Evil: Live adlı konser albümü piyasada olacak.
21 Temmuz hareketli bir gün olacak zira Sugar Ray, Tantric ve Magnolia Electric Co. sırasıyla Music For Cougars, Mind Control ve Josephine albümleriyle boy gösterecekler.
Bu ayın son albümü ise Rock'n Coke kadrosuna sonradan eklenen Howling Bells'den gelecek. Biz konserden sonra albümü edineceğiz, eşlik etmemizi beklemesinler, det. İsmi Radio War. Bu arada baktım da bu 3. eleştirili albüm ismi.
Bu ayın yenilikleri böyle. Ağustos yanaşırken Cobra Starship, Third Eye Blind, Sister Hazel, Lil Wayne, Mariah Carey, Dolores O'Riordan, Matisyahu ve ve veeee Arctic Monkeys albümleri de yanaşıyor. Eylül'de yılın albümü Muse'den gelecek, az sabredin.
Eti Kekler:
play
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)